28.11.10

Ben müşkülüm

Ben muskulpesentim diyen biri hayatin tesadufi yanlari oldugunu iddia etmektedir. Bu iddianin dogru olup olmadigini bilemeyiz fakat kendi icinde bir sorunsal barindirdigi kesin.

1.Hayatin tesadufi yanlari vardir.
2.Cok az insan bunlari farkeder.
3.Bu insanlarda sadece cok azi bu farkindaligin ustunde durur.  
Bu siralamaya dorduncu maddeyi de ben ekliyorum. Cok az insanin farkettigi bir durumun ustunde cok az duruldugu icin bu olgulara tesaduflerin farkindaligi denir. Totolojik bir potansiyel barindiran bu cikarimlarin paradoksal yani sudur ki tesadufi farkindaliklari farketen sayica az insanin evrensel bir gozlem sundugu iddiasi suphelidir.

Peki bu insanlari digerlerinden farkli kilan nedir? Ya da ayni insanin farkli zamanlarda benzer seyleri yasasa bile bazen farkedip bazen farketmemesinin sebebi ne olabilir?

Aklimiza gelen aciklamalari siralamadan once sunu belirtmeliyim ki bu analizler o farkindalik anlarindan bagimsiz bir benligin hazirladigi cevaplardir.Bu nedenle, birazdan okuyacaginiz aciklamalarin bir nevi oznel-nesnel gozlem sorunu barindirdigini kabul ediyoruz.Fakat bize gore, tesaduflerin farkindaliginin var oldugu iddialarini ortaya sunan benlik yazida varolmadigi icin iddialari da zaten kendinden menkuldur.

Ilk olarak, Ben muskulpesentim diyen adamin o anda yasanan tesaduflerin farkina varmasina sebep olan durum,  o sirada ‘gozlerinin acik olmasi’ olabilir. Bu aciklama tamamen kisisel bilinc uzerine kurulmustur ve bilinci etkileyerek farkindaligin artacagini iddia eder.  Ayni zamanda tesaduflerin gercekten tesadufi ve gecici olarak olustugunu bu sebeple de ender olarak algilanabilecegini varsaymaktadir. Ek olarak, bu tesadufler zincirlemesine maruz/sahit olmanin psikolojik durumdan bagimsiz olarak da mumkun oldugunu one surer.

Ikinci olarak ise, o anda ben muskulpesentim’in psikolojisi pozitif bir yondedir ve gozleri tesadufleri arayip, bagimsiz olgulardan anlamlar cikarmaktadir. Bu aciklama digerine benzer olsa da, psikolojik bir durumdan kaynak alir ve rasyonel bir aktivitenin urunu olarak sekillenir. Bir yandan tesadufi durumlarin aslinda surekli varoldugunu sadece psikolojik motivasyon eksikliginin bunu kacirdigini savunurken, diger yandan tam da bu surekli varolma durumundan dolayi aslinda tesadufi durumlarin hic varolmadigini ima etmektedir. Fakat bu gerceklik o anda yasanilan farkindaligin yarattigi keyfi azaltacagi icin tesaduflerin hic varolmadigi durumunu kabul etmez. Kisaca, surekli olagelmekte olan tesadufler aslinda sadece bilince tesaduf olarak yansiyan oznel cikarimlardir. Dolayisiyla, cevrede olan biten herhangi bir olgu tesadufi zincirlemenin bir parcasi olarak algilanabilir.

Ucuncu aciklama ise yukarida bahsedilen iki bakis acisini harmanlar. Buna gore, tesadufler, ister bilinci acik tutarak farkedilmesine olanak kilinan kendi icinde mantikli bir olgular zinciri olsun, ister psikolojik bir durumun tetikledigi tesadufi olmayan olgulari rasyonel bir sekilde baglamlama olsun,iki durumda da benligi sosyal cevrede konumlandirma ihtiyacinin bir urunu olarak ortaya cikar. Bir diger degisle, bazi anlarda oznenin, kendisini cevresi ile iliskilendirmesinde bulamadigi referans noktasini, olgularin butunlugune yorarak olusturmaya calisir. Bu sekilde, cevresinde olup bitenlere maruz kalan bir ozneden, cevresinde birbirinden bagimsiz gibi gorunen olgularin ic dinamiklerini ve gizli anlamlarini cozebilen bir ozneye gecise isaret eder. Bu bir hakimiyet duygusu yaratir ve oznenin kendisini sosyal cevrenin merkezine oturtmasina olanak tanir. Diger bir degisle, ozne tekrar benligi konumlandirmak icin merkezi bir referans noktasi olusturur.

Son olarak dorduncu aciklama ise, dusunus mekanizmalarin naif kanadindan gelmektedir. Bu dusunceye gore, insanlar sosyal hayatlarini surdururken yapmalari gereken isler, edindikleri sosyal gorevlerle o kadar mesguldurler ki, hayat kendi onlerinde onlara zevk alabilcekleri tesadufler sunmalarina ragmen, kendileri bunu gormekten aciz bir sekilde zihinlerinin boyundurugu altina girmislerdir. Bu gorev gundelik hayatin icine o kadar islemistir ki, bu farkindiliklarin zevkine varabilmek icin zihinlerinin gucunu azaltacak maddeler kullanmak zorunda kalmislardir. Bu dusunce sekline gore, aslinda, insanlar zihinlerinin aktivasyonuna dissal bir uyarici ile degil icsel olarak yani kendi benlikleri ile mudahale edebilirler. Sadece bunu yapmak uzun bir ugras gerektirdigi icin kolay yolu secmektedirler.Gunumuz arastirmalarinda, bu zor yolu secip basarili olanlar uzerine calismalar devam etmektedir. Fakat, bunu teorilestirmeye calisanlarin akibeti ortadadir.(bkz. Secret)

Sonuc olarak,  bu dort aciklamadan hicbiri paradoksu cozemez. Kisaca,tesaduflerin farkindaligini yasamak, farkindaligin tesadufi yanlarinin uzerinden durmaktir. Bu demektir ki, zihnin, farkindaligi boyundurugu altina almasinda bir sakinca yoktur. Bu yasanilan durum zihnin is bolumunu yerine getirmesinden rahatsiz olan benligin bir kacamagidir. Yasanildigi sanilan farkindaligin (bu cikarimlara gore aslinda yaratilan durumun) birkac saniye surmesinin sebebi de zihnin en fazla kisa bir sureyle ertelenecek kadar guclu olmasindan kaynaklanir. Bu nedenle, tesaduflerle ilgili yazi yazan ozne, yani ben muskulpesentim, tam da zihnin olanaklarindan faydalandigi icin bu durumu aktarmada basarisiz olmustur. Cunku bu durumun anlatilmasi icin zihnin bir sureligine ertlenmesi gerekmektedir ve bu kisa surede o farkindaligin bir blog yazisi olarak aktarilmasi mumkun degildir. Kisaca, ben muskulpesent’im zaten yoktur, varolmasi mumkun degildir.

Bu yazi, ben muskulpesent’im yazisina cevaben yazilmistir, bilimsel bir degeri yoktur.

Yok mudur? NAH yoktur. Ulan herif herşeyi farkedebilen bir bilinci ve bunu anlamlandırabilen bir zihni varmis gibi yaziyor, siz de okuyorsunuz. O müşkülpesentse, ben müşkülüm. Her an boyunduruk altında yaşamaktan müşkül duruma düştüm.Ama çok şükür şimdi yaşadığım bir tesadüfler zincirinin farkındalığı ile yazının sonunda da olsa zihnin sultasini yıktım. Hasiktir bu demek oluyor ki, birazdan bitecek. Bitmeden sunu soylemel

9.11.10

Ben müşkülpesentim

Hani gündelik hayatın koşuşturması sırasında hep kısa kestiğimiz, pek de üzerinde durmak istemediğimiz farkındalıklar olur ya. Ya her zaman gözümünüzün önünde olan bir unsur o an için farklı gelir, ya da bir anda kendimizi geçmişin sıcak ama ince kollarında buluruz. Ben o anları çok severim. Elimden geldiğince o ruh/akıl halinde kalmaya çalışırım. Ne zaman ki bu durumun uçuculuğuna engel olamayacağımı anlarım, işte o zaman geleceğe bir sinyal yollar, geçmişten aldığım hakla o farkındalık anını hiç unutmayacağımı söylerim. Kim bilir belki gerçekten de unutmayacaktım, belki de sırf kendime buna dediğim için beynime kazımış olacak, böylece unutmayacaktım. Ama kim der ki o anda aklıma gelen geçmiş parçalarının da o geçmiş zaman içerisinden gönderilip bu zamanda kendini anımsatmadığını. Ne geçmişin hükmü vardı gelecekte ne de şimdiki zamanın. Neyse uzatmayalım. Uzun zamandır onlardanbiri değildim, şimdi onlardanbinlercesini üzerinize kusmayayım.
O ana geri dönelim. Hiç sevmediğim birşey yapıp, sevgili okuyucumun gözünde canlandırması için (belki de bencilce bir amaçla sırf okuyucunun gelecekte yaşayacağı bir farkındalık sırasında çok sevdiği onlardanbirini hatırlaması için) o anı betimleyeceğim.
Güneşin batmasına bir belki iki saat vardı. Bütün gün yapmam gerekenler listesine mümkün olduğunca çok tik atmak için koşuşturmuştum. En önemlisi aylardır yapmış olmam gereken bir şeyi yapmanın tatlı yorgunluğunu yaşamaktaydım. Ne yaptığımı söyleyeceğim, ama düşünün ki aylardır her gün uyandığınız andan tekrar uykuya daldığınız ana kadar kafanızın bir yerini kemiren bir gereklilik.
Trenin gelmesini beklerken daha ne kadar bekleyeceğimi düşünmeye başlamıştım. Bunu düşünmemin treni hızlandırmayacağını kendime hatırlatıp sabahtan beri çok zor da olsa yakaladığım şu hiçbir şey yapmama durumunun tadını çıkarmaya başladım. Derken ipodumdan kulaklarıma şu şarkı uzandı.
Bir an gülümsedim. Ne zaman gülümsesem gözlerim güneşi arar. Karşı yakanın grotesk yapıları arkasına saklanmasına henüz vakit vardı. Hemen güneş ışınlarının gözlerime girmesine izin verdim. Sonra istemeden de olsa pek sıklıkla göremediğim bu yapıların konumlanmasına çevirdim. O anda gördüm. İlk defa gördüm. Şu şehre geldiğimden beri onu ilk defa gördüm. Gördüm, o kadını görmenin beni bu kadar mutlu edeceğini bilemezdim. Farkına vardım ki kaç ay olmuştu şu şehre geleli. Hani ismini andığımızda herkesin hemen aklına gelen o kadın. İnanamadım. Nasıl olurdu da bunca zamandan, hele hele şu şehre yerleşme – alışma uğraşındayken hiç görmemiştim kendisini. O gün yapmam gerekenler ile bu kadını ilk defa görmenin arasındaki baglantıyı farkedince o anın tadını daha uzun yaşamaya karar verdim. Yıllar sonra hatırlayacaktım, çünkü aylar süren kabullenmeme serüveninden sonra artık resmiyete dökülmüştü. Ben yeni bir hayata başlayacaktım.
O anı devam ettirmenin telaşı ile sonlarına yaklaştığım şarkıyı başa almak istedim. Ama ipod shuffledaydı. Şarjı azalamaktaydı. Ve eminim ki cebimden çıkardığım anda kapanacaktı. O anda aklıma buraya geldiğim ilk hafta aldığım kulaklık geldi. Üzerinde ufak bir kumandası var. Sadece sesini açmaya kısmaya ve ipodu kapamaya yarıyor diye biliyordum. Ilerleyen haftalarda şansa da olsa kapama düğmesine iki kere basınca bi sonraki şarkıya geçtiğini farkettim. O an ise shuffle’a aldığımız listeyi bir şekilde geriye döndürmek gerekmekteydi. Ya cebimden çıkarıp geriye alıp kapanma riskini alacaktım ki bu o anı mahvetmeye yeter de artardı bile, ya da boşverip bir sonraki şarkıyı yalandan bir sevgiyle kucaklayacaktım. Nasıl oldu bilmiyorum ama iki kere basmak yerine üç kere basmaya karar verdim. Ve şarkı tekrar çalmaya başladı. Ohaa, ne keşfettim laan.
Bu farkındalık anlarının kompleks yapısının tesadüfi gelişimi çok hoşuma gider. Sanki bir anda çevremde olup biten herşey birbiri ile bağlantılı gibi gelir. Kendimi evrenin merkezinde hissederim. Yani, düşünsenize bir karar veriyorsunuz, onu uygularken bu durumu sembolik olarak resmileştiren birşey görüyorsunuz, o anda ise renksiz hayallerle yarattığınız ufak dünyanızda yeni bir keşfe şahit oluyorsunuz... Çevremde hep bu tesadüfi anları anlatıp anlam çıkaran insanlardan olmuşumdur. Daha sonra bunun üzerinde duracağım ama bilmenizi isterim ki bu tesadüfi durum üzerine hep şüphem olmuştur. Tüm bu olanların tesadüfi gelişmediğini, bu baglantıları beynimin yaptığını düşündüğüm zamanlar. Oysa, neden beni mutlu eden bu kısa farkındalıkları da sorgulamak gerekti ki? Neyse bu konuyla önümüzdeki yazılarda ilgileneceğim.
İşin garip yanı, o kadını gördüğüm gün, kendimce yenilgiyi kabul edip gerekli adımları atmaya karar verdiğim gündü. Artık ne yaptığıma gelebiliriz.
Ne yaptım? Elimden geleni yaptim sanirim. Yapmam gerekeni yapmamak için elimden geleni yaptım. Bu şehre geldigimden beri yerlesik hayatin gerekliliklerini yerine getirmek yerine mumkun oldugunca agirdan aldim. Hic acele etmedim yasayacagim yeri secmek icin. Haftalar sonra onlarca secenek arasindan birini  sectim belki de onca secenegin kafamda yarattigi yorgunluk sebebiyle. Cevremdeki herkes aynı soruyu soruyordu. Ben de kendime sordum. Çok mu seçiciydim? Ya da yaşadığım yere gereğinden fazla mı önem veriyordum? Yoksa günlük hayatımı belirlemesi açısından bu seçimi fazla mı fetişleştiriyordum?
Hadi ama, benim gibi bu şehre yeni gelen taze bir hayat kurmaya çalışanlar vardı. Herkes ilk haftalardan bir yer seçti, yerleşti. Hepsine şahit oldum. Tonla para harcayıp odalarını döşediler, neye gereksinimi olduklarını henüz bilmeden farazi ihtiyaçlarını temin ettiler. İhtiyaçları olandan fazlasını satın aldılar sanki güzel bir yaşamı satın alır bir edayla anlattılar. Bu işi ben mi fetişleştiriyordum yoksa onlar mı?
Nedense bana sunulanı hemen kabul etmemek gibi bir huyum var. Seçeneklerimin hepsini görmeden karar verememek gibi. Bu sorunsalı daha önce ben katilim dile getirmişti. Seçenek özgürlüğünün yarattığı atalet hali. Evi bulmam iki haftamı aldıysa, odamı yaşanılır bir hale getirmek iki ayımı aldı. Farkındalık anını yaşadığım gün bu atıl duruma son verme amacıyla yola çıkmıştım. Ama hemen bilinen mağazalara gidip herkesin aldığı eşyaları almak istemedim. Ucuz mağazalardaki eşyaları basit buldum, toptancılarda ise konformizme isyan bayrağı açtım. Zor beğenir gibiyim. Ben müşkülpesentim.
Aslında  ihtiyacım olan herşeyi ilk haftadan halledebilirdim. Ama öyle geliyor ki, emek vermedikçe birşeyi gerçekten benimseyemiyordum. Yani şu odayı yapmak için 2 ay harcayıp onlarca seçeneği değerlendirip kafa patlatıyorsam yine ilk seçeneğe dönebilirim, herkesin yaptığını yapabilirim. Ama kendimi farklı olarak gördüğüm nokta, bana sunulana hemen atlamayışım. Sorgulaması yeterince yapılmamış bir karara ne bağlılık gösterebilirdim ne de sevgi.
Öff ne sıkıcı olmaya başladı. Yani şu satırları okurken bile aslında kendimi nasıl kandırdığımı kapatmaya çalışıyor gibi hissediyorum. Oysa ki durum daha basitti. Kendimce bu ertelemenin daha derin bir sebebi vardı. Odayı bitirinceye kadar kabul etmeyecektim yeni bir yaşama başladığımı. Düşünsenize odamı tamamladıktan sonra ne kalacaktı geriye bahane olarak, bu yeni hayata alışmakta geç kaldığıma...
Evet, farkındalık anı aslında bunu kabullendiğim andı. Kabullenmem gerektiğini baştan biliyordum. Bu ilk değildi, yeni bir yaşama başlamak açısından. Önceden bunu kabullenmem gerektiğini biliyordum. Ama bahaneci yanımın konuşmasına tekrar izin veriyorum. Belki de gerekenleri yapsaydım bu bahsi geçen yeni hayatın aslında benim için kabullenilmesi gereken bir şey olduğunu farketmeyecektim.Zira o sırada da önceden bildiğim bu durum önüme sunulmuş gibi hissettim. Yine önüme sunulanı hemen kabul etmedim. Aylarca, onlarca seçeneği değerlendirirken aslında sadece bu gerçeği kabul etmek için kendimi hazırlıyordum. Böylece bu yeni hayatı kabul etmek zorunda kalmayacaktım. Kendiliğinden oluşacaktı. Soğuk ama güneşli bir günde en baştan gözümün önüne konulan, bana sunulan o kadını ilk defa gördüğüm gün...

19.2.10

Ben maviyim

Saatlerdir pencereden dışarıya bakıyordum. Yine vakit mi kaybediyordum? Gerçi, yapacak daha iyi bir işim mi vardı? Hayır. Ne okumam gereken kitaplar esefle beni kınıyor, ne de beyazlıklarından utanan kağıtlar kalemimin özlemini çekiyordu. Uzun zamandan beri ilk defa, dışarıya bakmaktan başka yapacak bir işim yoktu. Şimdi rahatça gözlemleyebilirdim şunu bunu, gökyüzünde kaçırdığım onlarca mavinin tonunu. Fakat saatlerdir pencereden baktığım gökyüzü bana sadece soluk bir mavi bahşetmişti. O da hastane odasının duvar rengi ile aynı mavi değil mi? Soluk, silik, cansız, insansı ve zayıf bir mavi. Özgürlüğün temsili bu gökyüzünün, içinde bulunduğum şu hastane odasından ne farkı vardı.

Yemekler uzun süredir servis masasının üzerinde duruyordu. Pek yiyecek halim yoktu. Bir elma canlandırır diye düşünüp isteksizce elimi tepsiye uzattım. Yarı yolda gücü kalmadı kolumun. Hedefinden sapıp, tepsinin kenarına nişanlandı. Köşesi üzerinde iki tur döndü, döndü, düştü. Çocukken Trt-2'de hep anlamadan izlediğim buz patencileri gibi. Elma ile beraber... Beş dakika önce isteyip istemediğimden emin olmadığım elma yere düşünce nasıl da iştahımı kabarttı. Ulaşılamaz olunca seksapeli arttı. Elma mı sadece? O da elma gibi uzaklaşınca daha bir ilahlaşmamış mıydı? Odadan gelen sesleri duyan hemşire hemen koşmuş olacak ki, ben daha onun ilahlaşmadığına kendimi inandıramadan kapıyı çalarak içeri girdi. Vücudum için gereken besinleri çirkin metal tepside sunarak iştahımı körelttikleri gibi, ruhum için gereken içgörüleri de sürekli araya girerek bana çok görüyorlardı. Yine yalandan gülümsedi, nasıl olduğumu sordu. İstersem lazımlığı getirebileceğini söyleyip, cevabını beklemeden odadan çıktı. Keşke biraz kalsaydı. Sohbet edip, hayattan, havadan sudan bahsetseydik. Ben yine belagatımı konuşturup körpe gönlünü fethetseydim. Aklımdan geçenler ucuz bir film senaryosuna doğru ilerlerken, kapı tekrar çaldı. Önce çiçekler uzandı, sonra gülümsemesiyle oda aydınlandı. Sanki içine doğmuş gibi nasıl da bilirdi annem ne zaman içimin sıkıldığını...

-Bak Alina sana çiçek yollamış. Nereden duyduysa...
-Sağolsun.

Benim cevabı kısa kesmemden annem konuşmak istemediğimi anladı. Aslında konuşmak isterdim, hem de çok. Ama normal zamanda ağzını açmaktan uzak duran ben, şu hijyenik odada kendimi daha farklı, daha insansı, daha zayıf göstermek istemedim. Odadaki çiçeklerin yerlerini değiştirip, pencereyi açarak içeriyi havalandırdıktan sonra çantasından çıkardığı bardak altlıklarını cam sehpanın üzerine yerleştirdi. Titiz kadındı, bardak izini sevmezdi. Ama bir o kadar da içi dışı bir idi. O bardak altlıklarının benim için bu odada uzun süre kalacağımın habercisi olduğunu bilemezdi. Zaten kim bunu bildiğimi bilmek isterdi ki?

- Dönmüş mü Almanya'dan?
- Bilmiyorum, oğlum. Hem boşversene, inince kendisi arar.
- Arar tabi.

Aramaz. Arayamaz.Yine bir bahane uydurur ihmalkarlığını mantıklı bir düzleme oturtur. Dur, tahmin edeyim: beni bu halde görmesini istemeyeceğimi düşünerek gelmemeyi uygun görmüş. Ararsa, gelmesi gerekeceğinden hiç rahatsız etmemeyi tercih etmiş. Zaten kendisinin haberdar olduğunu biliyormuşum. Neden arayıp beni rahatsız etsinmiş. Bu ya da buna benzer bir şey derdi. Bahaneleri haklı gerekçelere dönüştürmeyi severdi. Bir de gündüzleri gecelere dönüştürmeyi. Gün ışığı azaldıkça aslında günün yeni başladığını anlıyordum. Ben gece insanıyım, onun gibi. Bana göre değil gündoğuşu ile yeni güne uyanmak, hayatın renklerine doymak. Gece kendinden güzeldi. Diğer çirkinlikleri örterdi. Sessizdi ve sadıktı. Bu nedenle kendisinden bahsedilmeye layıktı. Siz hiç gördünüz mü, gündüzden bahseden, gündüzü öven birini? Gece aslında gündüzün zıttı olmasına rağmen ondan daha farklı, daha insansı, sanki bizden biri değil mi?

İşte bunu seviyordum. Odada annem olmasına rağmen iç dünyama rahatlıkla ulaşabilmekten hoşnut oluyordum. Fakat bunu farkettiğim anda iç dünyamdan istemeden uzaklaşıyor, annemi yalnız bırakmanın vicdan hesabını yapıyordum. Hem onu hem kendimi oyalamak için televizyonu açtım. Haberlerde bir hareketlilik, bir telaş. Telefonlar birilerine bağlanıyorlardı. Bakalım yine ne olmuştu şu anlaşılmaz dünyada? Bakalım bu sefer beni şaşırtabilecek miydi?
Anlamaya çalışıyordum ama ne olduğunu çözemiyordum. Altyazıları okuyamıyordum. Gözlüklerime uzanamayacağım için anneme sordum. Bir uçak kazasıydı. Akdenize çakılmıştı. Arama çalışmaları başlamıştı. Telefondaki yetkilinin söylediğine göre kurtulan olması çok ufak bir ihtimaldi. Aniden aklıma o geldi. Boğazım düğümlendi. Ellerim titredi. Acaba bu düşen hangi uçaktı? Nereden geliyordu? Cevapları öğrenmeye çalışmadan senaryoya uydum. O ölürse ne yapacağımı düşünmeye koyuldum. Hayır, onsuz ne yaparım diye değil, o ölürse cenazeye bu halde nasıl giderim, annesinin yüzüne bakabilir miyim, bu başarısız birlikteliğin suçunu kazaya atabilir miyim... En kötüsü, herkes bana acır mı? Acıyacaklardı.

Annemin konuşması ile kendime geldim. Evet, uçak kazaları çok sıklaşmıştı. Evet, depremlerle uçak kazaları arasındaki ilişkiye dayanan teorimi hatırlıyordum. Hayır, Almanya'dan gelen uçaklar Akdeniz üzerinden uçmuyordu. O yüzden, bu düşen onun uçağı olamazdı. Yine de onun için üzülmek iyi gelmişti. Suçumu bağışlatır gibi. Dağınık saçlarımı düzeltip gökyüzüne baktım. Hava şimdi tam kararmıştı. Ben ise maviyim. Anlaşılan o ki , duvarlara o soluk rengi veren gün ışığı değildi, o bendim.