13.4.09

Ben kutuyum

Uyanma konusunda birçok efsanelere imza attığım bir gerçek. Sanılmasın ki uykucu, tembelliği ile barışık bir insanım. Uykuyu sevmeme sebebim eskiden zamanı yakalayamama korkusu iken, son yıllarda buna çok uyumaktan kaynaklanan başağrısı eşlik eder oldu. Çok dediysem mesela 9 saat uyku benim için çok. Ama iş benim ne kadar uyumak istediğimde değil ki. Uyandığımda bilincime tam kavuşabilsem tabi ki hemen ayaklanırım. Ama kendime soylediğim ve o bilinçsizlikle çok iyi inandırdığım onca sebebin desteği ile alarmın çalmasından saatler sonra uyandığım çok oluyor. Bıraktım kaç kere uyanıp gündelik işlerime başladıktan sonra yatağıma dönüp üç saat önce uyandığımı hatırlayamamı, hadi yine bıraktım beni uyandırmasını söylediğim insanlara tam olarak uyanıkmış gibi davrandıktan sonra kalkacağımı söyleyip (hatta yalandan kalkıp) geri uyumaya devam ettiğimi, e bırak artık o zaman dediğim uykum arasında karşımdakinin uyuduğumu anlamsına imkan vermeyen ve çok olağan bir şekilde devam ettirdiğim telefon konuşmalarını; ben öyle oyunbaz, öyle numaracı, öyle yaramaz bir uykucuyum ki bu günlerde uyandığımda saatin kac olduğunu anlamak için üç farklı saate bakmam gerekiyor. Masa saatim bir saat 10 dakika sonrasını, radyolu alarmım iki saat 7 dakika sonrasını, telefonumun saati ise sadece 8 ya da 9 dakika sonrasını gösteriyor ki, sonunda yahu gerçekten de saat kaç diye kendime sorup beynimi çalıştırmaya başlayarak uyanmaya çalışayım. Daha önce benzerlerini çok kez tasarladığım bu taktiklerden sonuncusu ne kadar devam edecek kim bilir...

Ama o gün altı saatlik uykuma iki saat daha hediye etme emelindeyken, yan odadan gelen müzikle hemen ayıldım. İspanyol ev arkadaşımın kaynağını bilmediği ve pek de umursamadığı Sarah McLaughlinin Katibim yorumu beni ne Üsküdar’a götürdü ne de kolalı gömleklerime... O şarkıyı ilk dinlediğim an geldi aklıma bir tutam hüzün ile: Anneciğimin o güzel gözleri ile beğendiği kumaşlardan o güzel elleri ile diktiği mor bir elbisenin içinde, elinde şemsiye, yüzünde peçe pır pır dönen bir kız geldi gözümün önüne. Şimdi biraz geçmiş dönelim.

Kaç gündür müsamele müsamele diye sürekli aynı şeyden bahsediyorlardı. Evde bir telaş herkes birşeyler hazırlamaktaydı. Tamam, teşekkür ederim müsameleye hazırlandığınızı belirttiniz ama keşke bir de müsamelenin ne demek olduğunu söyleseydiniz. Kafamda yarattığım onca ihtimalden hangisinin doğru olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Ama birtürlü de kelimenin anlamını sormaya cesaret edemiyordum. Müsamelenin ne demek olduğunu sorarak bilgisizliğimin ortaya çıkması ile şu yaşıma kadar unutamayacağım hüzünle karışık bir utanç daha mı yaşasam iyiydi, yoksa hiç sormayıp bakalım kafamda yarattığım seçeneklerden hangisi doğru diye bekleyip bu eksikliği bir oyuna çevirmek mi en iyisiydi? Tabi ki soramadım.

O gün ilkokulun tiyatro salonunu dolduran hınca hınç kalabalık içinde babamın diplomasi kokan ince ayarlarının kaçınılmaz bir sonucu olarak ön sıralardan yer bulabilmiştik. Müsamelenin bir çeşit gösteri olduğunu o sırada anlamıştım. Babam elinde fotoğraf makinesi sabırsızlanırken, annem sürekli içeri gidip minik kuzusunun iyi olup olmadığını kontrol ediyordu. En sevdiğim zamanlar işte tam da ilgiden uzak kendi kendime gözlem yapabildiğim zamanlardı. Ama keşke sürekli yabancıları gelip gidip kardeşimin pamuk yanaklarını sıkıştırıp, kivir kivir bebek sarisi saçlarını okşamasaydı. Tam da sıkılmaya başlarken perde kalktı, ‘müsamele’ başladı.

Arka tarafta alkış, çığlık, bir kıyametki annelerin gözyaşına karışıp yağmur olup üstüme yağıyordu; bizimkilere bakıyordum mutlu ama sakin o anı bekliyorlardı. Çocuklar geldi, çocuklar gitti; metinlerini unuttular, anneleri yardımlarına yetişti. Ama en sonunda o an geldi ki, kendisi sahnede tek başına belirdi. Etrafa bakarken ne bir heyecan görebildim gözlerinde ne de bir telaş. Rolüne iyi mi hazırlanmıştı yoksa yaradılışında bir tutam metanet mi vardı? Hiç bilemedim... Tam bu gorsel şölenin büyüsüne dalacak iken, tombik annanemin bir nefeste çektiği maşallahı ile ayıldım. Gerisini pek hatırlamıyorum ama bildiğim kadarıyla müsamele çok başarılı geçti, sahnenin prensesi bir aksilik olmadan geri kulisine çekildi.

İkinci gösteri de ise tüm çocuklar ikişer ikişer gruplanmıştı. Peki neden kızlar erkeklerin kollarında eteklerini yere sürterek yürümeye başlamıştı. Onun yanındaki çocuk kimdi? Sahiplenmek, kıskançlık bu mu demekti? İki gösteriden birincisinde pamuk prensesi canlandıran evimizin prensesi, ikinci gösteride katibiyle yürüdükçe kafam karışmaya başladı. Birinci hikaye çok mantıklı bir şekilde oyuna dönüştürülmüşken, ikinci gösteri neden bu kadar saçmaydı? Hayır, belki çok mantıklıydı ama benim kafamda onlarca soru vardı: Üsküdar dedikleri Hayriye Teyzenin oturduğu o çok uzak yer değil miydi? Bir çember halinde dönerek Üsküdar’a gidiş mi tasvir ediliyordu, eğer öylese kusura bakmasınlar ama o şekilde o yolu gitmek ne mümkündü? Madem kızların elinde süslü şemsiyeler vardı, aldı da bir yağmur denen bu hava durumu neden sorun teşkil ediyordu? Kolalı gömleğe hiç girmeyeyim onun başka bir anlamı olabileceğini tahmin ediyordum ama çıkaramıyordum. Ve en sonuncusu, At neredeydi? Ne atı demeyin, o sırada çok iyi hatırlıyorum atı alanın Üsküdar’ı geçmesi bu müsamele ile ilgili çok önemli bir bilgiydi. Çok sonraları anladım ki ilgileri yokmuş. Hatta müsamele degil müsamereymis.

O gün bir çok konuda yeniliklerle dolu bir gündü. O sırada dahi o günü yıllar sonra bile hatırlayacağımı biliyordum. Belki de zaten yıllar sonra unutmayacaksın diye aklımdan geçirdiğim için hala hatırlayabiliyordum. Bugün ise onun için dilime her zaman ulaşamayan düşüncelerimi aktarmak istedim. Ama yazı bir başladı ki kendi gözümün gördüğünü gerçek belledim. Şu yaşımızda bile aramızda konuşulmayanlar vardı, bu yazı onu nasıl sevdiğimi anlatmam için bir fırsattı; ama onları yazmak yerine başka birşeyi yeğeledim:

Ben seni nasıl sevdiğimi her zaman dile getiremesem de, pek de umursamıyormuş gibi davranıp hep kenardan izlesem de, bu gözler hep görüyor, kaydediyor, sevgisini bir romana dönüştürür gibi kendi içine atıyor.

Belki en iyi doğumgünü hediyesi birine kendisinin ne kadar harika bir insan olduğunu anlatarak kendisinin aktaramadıklarına tercüman olmaktı, ya da bunu başaramayan yazarların yaptığını gibi o muhteşem insanın kendisi için neler hissettirdiğini yazmaktı. Burada ise tam kendisi ile olan ilişkimdeki gibi, söyleyemediklerim gizli kaldı. Kendi gözümden gördüklerim, en azından bakıp, görüp, kaydettiğimin kanıdı olarak yanıma kar kaldı. Ben yine kendi kabugumdan sıyrılamadım, kendi çaresizliğimi ve beceriksizliğimi yine kendi gururlarımla harmanlayarak onun bunun gözünü boyadım.

Ben kutuyum. İçimi göstermesem de iğne deliğinden giren ışıkla dış dunyayi içime kazıyorum. Tersine de olsa...

Ama yine de ısrarımın sebebi tam da gerçeğe uygun bir amaç idi. Bu gözlerle gördüm, bu düşüncelerle okudum, bu beynin bir köşesine kazıdım. Şimdi ise 26.yaşını dolduran bu bayana, kendisini o halini hatırlatmak için o izbe köşeleri tekrar kazıyorum. Sırf o minik elleri ile hiçbir şeyi kazımasın diye...Merak edenler vardır, söyleyeyim: Hala elleri minik, hala çabuk üşür, hala inceciktir, hala gözlerinde şu yaşta bile anlayamayacağımız bir anlam taşır.

Sonra, sonra, beyaz bir elbisesi vardı, pamuk prensese yakışan bir hüznü beraberinde taşırdı. Belki de o zehirli elmanın midesine dokunacağını önceden bilmeliydi. Ama bugün doğumgünüydü, dokunmasınlardi ki istediği herşeyi yiyebilmeliydi.

4.2.09

Ben aktorum



Yankilaniyor, acele bir sekilde, kafamda yankilaniyor. Hatirliyorum.
Kim der ki guzel zamanlardi diye. O sirada hic mi hic oyle algilamiyordum. Aman zaten guzel zamanlardan bize ne.
Kac zamandir bu hikayeyi yazacagim diyordum cunku kendimi hep bu hikayeyi baskalarina anlatirken buluyordum. Simdi ise goruyorum ki benden once davranmissin. Guzeli gozume sokmayi basarmissin.
Ama yilmadim. Gayretliyim. Once o adama gittim sonra o kadina olmadi o gunaha kostum. Hepiniz bir yalani yasadiniz, nasil oldu da oturup bunu baskalarina aktardiniz diye sordum. Sessizlikten anladim ki hepsi birer yalan olsa da, kaynagi ortak bir gerceklikte sakliydi. Simdi ben nasil yazarim ol(may)anlari, nasil kiyarim. Mukemmel olmali dusuncesi beni birakmali, parmaklarim klavyeye ulasmali... ne ideali, ne havalisi, Tanri sadece bir puro muptelasi.

Kim der ki guzel zamanlardi diye. O sirada hic mi hic oyle algilamiyordum. Aman zaten guzel zamanlardan bize ne. Gec saatlere kadar uyuyor, uyaninca kendimi hemen disari atiyordum. Yuzumu yikamisim ama ne yazar uyku cini hala yuzumu yalamaya devam ediyor. Eror kafasi. Aksama kadar sosyal kimligimin gerekliliklerini yerine getiriyordum, baskalarina ayip olmasin diye. Ss! Onlar bilmiyor ama aslinda gunese ayip olmasin diye. Faulsuz bir yasam istiyordum.

Usta bak usta. Ne istiyorsun be. Hatirlasana. Her gece nette saatlerce konusuyoruz. Sabahi buldugumuza sasirip bu durumdan anlamlar cikariyoruz. Hic tanimadigin birine anlamlar yuklemek daha kolay diye soylemistim ya bi kere. evet yine yapiyordum ama yaptigimin farkinda olmakla ovunmuyordum. belki ama belki bu sefer kendimi inandirabilirmisim gibi. Aylar sonra senin de soyleyecegin gibi, ekranin disinda kalan yasamimizdaki eksiklikleri birbirimiz uzerine soylemediklerimizle asiyoruz. Sarkilar eslik ediyor, sozleri hikayemizi yaziyor.

Dun gece konustuklarimiz aklima geliyor. Denize bakip, okyanus kenarindaki hikayeyi tekrar gozumde canlandiriyorum. Bos veriyorum. Kulagimda dun gonderdigi sarki:

Hakkim var benim de yanilmaya, yaniltmaya, en kotuyu anlayana kadar. Aman neler oluyor bana. Aglayana kadar guluyor, gulduklerime agliyorum. Aman neler oluyor bana. Yatagimin ucunda uyuyorum. Oy nasi pismanim. Ben ben degilim.

Bu sarki beni anlatiyor demek istiyorum. Ama hic de o durumda olmadigimi biliyorum. Aslinda o kadar kayitsiz derecede mutluyum ki, bu duruma biraz melankoli katmak iyi olurdu diyorum. Tasfir edilenin yanindan gecmeyen o halllerden siyrilip, sirf onun gonderdigi sarkiya layik olmak icin, o durumda oldugumu farzediyorum. Sirf durumun kurgusalligini bozmamak icin kendimi kafalardan kafalara sokuyorum. Her gun pek bi zorunlu halleri tamamladiktan sonra gururla ekran basina oturuyorum. Gorevimi yerine getirdigime gore hakkimdir o muhabbet, o muzik, o surreel kafalar. Ve gercek hayatim o zaman basliyor. Ekranda ismin beliriyor. Once bir iki sacma giris cumlesi sonra gunun icinden gozlemler ile gozlemeler. Saatlerce iki boyutlu dunyamizda kurdugumuz yalan, ruzgar olurken, aslinda yarim saat uzaklikta olmamiza ragmen yasayamadiklarimiz, kavak yeli oluyor. Sandalyenin uzerinde hafifce yana egiliyor, uzun uzun kavaklar gibi yelleniyorum.

Ertesi gun oluyor, gunler geciyor, her gece yeni bir sarki bize eslik ediyor. Ulan sana canim kurban, nereden ciktin kucuk seytan, varsa bu kadar sarki bize eslik edecek, yaparim sana unkapaninda bir album, bulurum birilerini bize kisa film cekecek. Her gece yeni ortakliklar yaratiyoruz. Varolduklari ve gelecege isik tutacaklari umuduyla.

En sonunda bulusuyoruz. Karli bir gunde Taksimin en yuksek noktasinda seni bekleyecegim diyorum. Iki kere dusme tehlikesi atlattiktan sonra o mermer tasin ustune cikiyorum. Umarim anlamistir neresi oldugunu diye dusunurken telefonum caliyor, "neredesin ben metro cikisindayim" diyor. Onlardan digerleri bana guluyor.

Zaman oluyor gecenin bir vakti karsiya gececek kadar gaza geliyorum. Zaman oluyor kendimi bir yalanin icinde buluyorum. Hat uzeri konusmak kolay basbasa ise gergin bir olay. Karganin rengini seviyorum. Onunde selam verip iceri buyuruyorum.
TOKAT! ay sana kimse kiyamaz bebek diyorum, sirf bu sebepten elimi kaldiriyor, o tatli yuzune tokadi basiyorum. O ise, kizarmis yanagini unutur gibi aslen sanatini icraa ederken kullandigi ellerini aciyor, karsilik veriyor. Hay anani diyor, disimi sikiyorum. Herseyi bir film gibi yasamakta israrciyim. Ama en uzun filmlerin bile uc saat surdugunu unutuyorum.

Yine de ben bir aktorum. Hayatina umut serpen, odani renklendiren etkisiz bir faktorum.

Oyle zamanlar vardir ki, hic tanimasan da karsindakini, bilirsin yasamaktasindir ayni kaderi. Ama o zamanlar da biter, hani film de biter ya. Ufak rastlantilardan ve ortak zevklerden peydahladigin o icicelik tukenecektir zaten. Hep hayalinde var etmissindir karsindakini ne sanslisindir ki o da seni. Cakil demisti ki "ayni seyleri dusundugunu sanarken ayni seyleri dusunememek ama ayni seyleri dusunmedigini dusunurken ayni hayatlari yasamak".
En sonunda herkes uyanir, farkli yollara dagilir. Iki tarafin da hayatina yeni sevgililer girer, tum hayatina hukmeder. Zaten olmasi gereken budur dersin, bir kere bile geriye donup bakmazsin. Eger tabi o sarkilar bi daha calmazsa.

Yillar sonra. Hah yillar. Belli ki zaman daha cabuk geciyor iki boyutlu ortamda. Bir not buluyorum posta kutumda:

"Bilmem merak ediyor musun, benim şuan aklımdan geçiyor " Neden orada durmuş bana bir şey yazıyor " .
Gerçekten kurdanin olmadığı için mi.Değil.
Uzun zamandır aslında bir tek seninle konuştuğumu biliyorum.Bir tek sana dinlettiğimi ve sana baktığımı- tüm konuşurken izlediklerimin içinden.
Dışarıda bir hayat var aslında ilerleyen. Kendimi hayatın tam ortasına atmaktansa, ilerlerken bıraktığı renklerden bir kaçını alıp, oturuyorum odada.
Var içecek kahve, bira.Duruyor kafayı bulup, kollarında uyanacağın birileri - eğer istediğin buysa.Belki yarına anlatacak bir şeylerin olsun istersin; heycanlı ve de hızlı. Ya da tercih edersin kendi yaratacağın hikayeleri anlatmayı.
Ben bunu tercih ettiğim için mutluyum.
Sana anlattığım hikayelerimi de seviyorum; çünkü mavimsi olur gülüşün ve saçların da tam öpülmelik sarıdır,içim ısınır.
Şimdi sana seni sevdiğimi söylerim, tam karşimda oturuyor olursun ve cümleye " yani yanlış anlama..bir insan olarak ..." diye devam ederim,
Sen
Kaçamak ve de alaycı
aralanmayan dudaklarının arasından
sırıtırsın.
Yani,
Seni seviyorum ama yanlış anlama bir insan olara...."

Ayy diyorum. Yine yeniden gel kollarima. Tekrar yasayalim o yalani. Bu sefer yarim saatlik mesafe yok arada. Cok daha yakiniz birbirimize. Hatta o kadar yakin ki sanki standing next to me. Aramizdaki sinirlar ve mesafeler sigaranin kulunde. Iki parmak hareketi yeter onlari yok etmeye. Gecmiste farkedilmeyenleri, yasanmayanlari tekrar mi cekicez icimize, bir nefesle?

Ama truth is, we were too much young. Now I'm looking for you, or anyone like you.

Ah kuzum. Olmaz ki. tekrar yasanmayacak bu fanteziler, gercek olan bundan ibaret ki. Biliyorum yine mevsim kis, yine disarisi soguk, yine disardaki dunya abuk. Aramizda mesafe yok olur mu? Yilan gibi kivrilan yollar var, o yollari kesen daglar var, o daglari senin gibi asmaya calisan nehirler var. Arada koca bir kita var. Hani olur da bu illuzyon bir anlik tukenirse, araya nefret girerse, ya nefretten once?
Diyebilir misin, seni operim ve gecer. Lutfen bitirelim bunu burda.

Uzgunum, gagarin'in bakis acisina gore herseyi farkli goruyorum. Simdi bu mektubunu katlayip, cekmecenin en derin kosesine koyuyorum. Geri donus yok. Eger eger eger israr edersen, dusun, bir dusun, farzet:

Sanki özgürlük kadar güzelsin
Sevgi kadar özgür
O güzel basini uzat göklere
Gül güneslere gül
Kirilma, küsme sen yine bir siir yaz