25.11.07

Ben makinistim


Otobüse en erken binenlerden olduğum için istediğim yere oturma imkanına sahiptim. Kendi edimlerimin bir hikayeye konu olacak kadar değerli olduğunu düşünmediğim için, ben de diğerlerini izleme amacı ile en arkaya oturdum. Bir nevi ataletimi makul ve çekilir kılma çabası.
Kimileriniz varlığımdan haberdar değilsiniz.
Kimileriniz ise beni sadece, en arkada müzik dinleyip, kitap okuyarak kendini herşeyden-herkesten soyutlayan çocuk olarak hatırlıyorsunuz. Herzaman bir mesafe koyarak yaklaşırsınız bana, uğraşlarımı çok sınırlı ve değersiz bularak. Ama sandığınız kadar soyutlanmış değilim ne size ne dünyaya. Hayır, hayır merak etmeyin, burada kim olduğumu anlatmaya kalkışmıcam. Zaten denesem bile, başarabilir miyim bilmiyorum.

Otobüste konuşulanların üzerinde durmayı şimdilik gereksiz bularak sizin yüce izninizle ve tabi ki yazarın kurucu izniyle bana gelen bir mektubu paylaşmak istiyorum:

----------------------------------------------------------------------------------------------

Sevgili Yazar,

Bilirim seversiniz o şarkıyı ama ne sabahın dördü, ne de Aralık sonu… Siz ne durumdasınız hiç bilmiyorum ama ben çok iyiyim. Yıllardan sonra bir şeyleri sonlandırma fırsatını elde ettim araya girecek bir İstanbul olmadan. Haydarpaşa’dan İzmir’e doğru yola çıktım. Gidiyor muyum, dönüyor muyum, bilmiyorum. Ama birçok şeyin değiştiği kesin.

Aklımda kesik kesik parçalar var bize daha doğrusu hepimize dair. Ama onca anıdan sadece bize yani ikimize dair olanlar, hiçbir zaman üzerine konuşmayı rahatlıkla beceremeyeceğimiz parçalar. Yaşadığımız tonca eğlence ve muhabbetten sonra aklımızda kalanlar da hep bu konuşulmayanlar. Peki, neden şimdi bu mektubu size yazıyorum diye sorarsanız- ki eminim şu an şu satırları okurken zaten sormaktasınız- cevabını ben de bilmiyorum.

Ama bildiğim bazı şeyler var. Acıdır ki bu bildiklerim bile varsayımlar üzerine… Mesela hiçbir zaman beni anlayıp anlamadığınızı bilemedim. Ama biliyorum ki, her zaman bazı şeylerin farkında oldunuz. Benim her derdimi rahatlıkla anlatamadığımı en başından biliyordunuz ve teşekkür ederim hiçbir zaman benim yüzümü asık gördüğünüzde açıklamaya zorlamadınız. Diyorum ya varsayımlar üzerine, şimdi böyle düşünüyorum diyorum ama tüm bunları benim gibi düşündüğünüzü ifade edecek bir şey dahi yapmadınız. Hani cesaret edecek olsanız da, ben neden dinliyorsunuz, kimse konuşmuyor ki derdim... Önceleri düşününce acaba ben mi uyduruyorum diyordum. Ama şimdi trenin rayları beni yanıltmasın, hissediyorum.

Aradan geçen yıllardan sonra anlıyorum ki, benim için hep iyisini istediniz. Derdimin ne olduğunu bilmeden çözümü dilediniz. Bir de ikimizin de derdi yokmuş gibi davrandığımız zamanlarda zorlama beni güldürme çabalarınız… Canınız sağ olsun. Çok yaşayın.

İkimiz de biliyoruz ki, bazı noktalarda benzememiz bizi yakınlaştırmadı. Tam aksine, güçlü görünümümüz ve bağımsız yapımızın altında yatan çocuklar en çok da bu benzerlik sebebiyle korktular birbirlerinden. Sanki birimiz bir derdinden bahsetmeye başlar gibi yapsa, hemen ardı arkası gelmeyen dertleşme silsilesi gelecekmiş gibi korktuk ilk sözü almaktan. Sonuçta elimizde pek bir şey kalmadı bahsedecek. Ne size kazandığım aşklarımdan bahsedebildim, ne de zamansız kayıplarımdan. Belki birer kelimeyle geçiştirdik o konuların bahsini, sırf aynı zamanda aynı mekanda yaşadığımız belli olsun diye. O kadar rahattı ki, hiç üzerine varmadık.

İşin eğlenceli tarafı yok muydu peki bu paylaşımsızlıkta? Olmaz mı… Sonradan bu yazınızı okuyunca fark ettim ki benim en sık dinlediğim parçalardan yola çıkarak benimle ilgili hikayeler yazmışsınız. Bu hikayelerden sadece tren ile ilgili olanı bilebileceğim. Ama sonra bana anlatacaksınız ki bu hikayenin kaynağı başka bir şarkıymış. Ben, uzun süredir “orda bilinecek ne var” diye sorduğum için, siz dayanamamışsınız, o illet herifi tanımasanız da, kafanızdan bana uygun bir erkek yaratmışsınız ve “bu, neyse odur” dedirtmişsiniz. Onu benle yalnız bırakmış, halis bir basitliği tahayyül etmeye çalışmışsınız. Bilmezdim ki, ben size yaşadıklarıma dair hiçbir şey anlatmaz iken dahi siz benim ne yaşamış olabileceğimi düşünerek beni umursarmışsınız. Ha beni bundan mahrum etmenize kızıyor muyum? Hiçbir zaman cevap veremeyeceğim bir soru olacak bu.

Tüm bunları bu şekilde yazınca önemsiz bir arkadaşlık gibi dursa da aslında benim için öneminizi hiçbir zaman yadsıyamadım. Ve biliyorum ki, bir sorsam hakkımda ne düşündüğünüzü, eminim çok üst sıralara yerleştirdiniz beni. Ve bildiğim bir şey varsa o da bana sadece ve sadece bir dost gibi baktınız, her zaman dostça yaklaşmasanız da…

Bilemeyeceğimiz çok şey var dedim ya, belki mektubu da bu bilinmeyenlerle noktalamak uygun düştü. Aramızdaki mesafe nereden çıktı? İlk tanıştığımızda zaten halihazırda var mıydı? Yukarıda bahsettiğim durumun kendisi miydi aramızdaki mesafeyi koruyan? Yoksa biz bu dostlukta mesafenin kendisini mi sevdik? Sakın cevaplamaya kalkmayın.

Dostluk dediğimiz şey bir sürü bilinmeyenlerden oluşan bir mesafeydi. Değil mi? Öyle olsa ya! Evet öyle olsun ve bu son mektubum tüm bunları dile getirerek bir yandan aramızdaki en büyük mesafeyi yıkarken, diğer yandan son olmasından kaynaklanan bir mesafe koysun. Artık, istesek de aşamayacağımız bir mesafe. Bir son. Ve Tanrı yardımcımız olsun, bu dostluk daim olsun.
Elveda

İmza

----------------------------------------------------------------------------------------------

Şimdi bu mektubu camdan dışarı bakarak kendi kendime okurken ortak sevdiğimiz parçaları dinliyorum. (çünkü aslında sadece müzik dinleyip birşeyler okuduğum için bunları size anlatıyor olamam zaten) Bu parçalardan birini seçip kafamdan bir hikaye yazıyorum. Ve onu çirkin bir kompartımanda bu mektubu yazarken tahayyül ediyorum. Hayatının anlamı olan kişiye en sonunda vardığını düşünerek. Aynı onun tahmin ettiği gibi, hiç ona ifade etmesem de bu otobüste bunca yolcu ile konuşmak yerine, bir trende olmayı düşleyerek.

Ben makinistim. Varmak istediğin yere götürmekti tek isteğim.

19.11.07

Ben mahkumum

Şarlatanın konuşmasından sonra onlardan biri bana dönüp konuşmaya başladı. En sevmediğim şeydir böyle zorunluluktan kurulan muhabbetler ama... İlk önce kafa sallayıp geçiştirmeyi düşünüyordum. Baştan ciddiye alamasam da zamanla dikkatimi çekip beni şaşırtmayı başardı.

“Tamam, melankoliye doğal bir eğilimiz var. Ama nereden kaynaklanıyor bu eğilim? Sorunun temelinde bu var bence.”

Bla bla bla, şu şöyle bu böyle, BENCE. Sonuna bence eklemesen olmaz zaten. Kimseden yeni açılımlar beklemiyorum ama bazen dinlemek bile yorucu olabiliyor. Bilmem diyerek geçiştirdim. İlgilenmediğim çok anlaşılmasın diye bir iki basmakalıp cümle sarfedecek oldum ki sustum.

“ Nedenini şöyle söyleyeyim. Melankoliye olan eğilimimizin temelinde mükemmeliyetçi yapımız var. İnsan hayatında, tatmin bir halin hakim olduğu mutlu zamanlar azdır. Onlar da genellikle belirli bir mutsuzluğun ardından gelen ve değeri eksikliği ile anlaşılan farkındalıklardır. Aslında büyük bir yer işgal etmez insanın hayatında ama o an ki perspektif gereği değerli görünürler. Hayata renk katarlar. Fakat, uzun sürmez bu halimiz, en sonunda tekrar durumu kabullenmişlikle baş başa kalır insan?”

Hangi durumu? Bana böyle belgesel anlatır gibi hayattan bahsetme.

“ Kabul ettiğimiz şey, şu anki durumumuzun en iyisi olmadığıdır... Dolayısıyla memnuniyet seviyesi ne olursa olsun aklın bir köşesinde daha iyi olabilir miyim sorusu bir gece bekçisi gibi elinde düdükle bekler. Neye göre daha iyi, hangi konuda daha iyi, bunların hiçbirini bilemeyiz. Konusu yoktur o anki memnuniyetsizliğin. Neyin daha iyi olması gerektiğini, hatta bu iyileşmenin gerekli olup olmadığını dahi bilemeyiz.
Aslında bu tatminsizlik suni bir yaptırımdır insanın kendi üzerinde uyguladığı. Zira değişmek kolay değildir ama hayatın her anında değişmek elzem gelir. İnsanın bilinçli olarak kendini değiştirmesi ince bir buz tabakasında tango yapmasına benzer. Ne kadar artistik olsa da en ıslak ve en eski haline geri dönmeye mahkumdur. Bu yüzden, kolay değildir; kendini değiştirmek için bu değişime bağlı bir şeyler atfetmelidir insan. Dahası radikal değişimler ancak radikal kararların sonucunda çıkabilir.”


Pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. İnsan kişisel tarihinde yaşadığı değişimleri fark etmeyebilir, değil mi?

“Evet. Ama bazen değişimin olacağına dair inanç o kadar azdır ki, ve değiştirilmesi gerekenler o kadar çoktur ki, bir gerçeklik kaymasına ihtiyaç duyar insan. Hani kimilerimiz bir anda sebepsiz depresyona sokar kendini, kimilerimiz ise kendi içindeki fırtınaları sığ görür de gözünü sevmeye karartır, hayatın varoluşsal sebeplerini bir kişiye bağlar…”

Haklısın. Bazen tek istediğim dışarıdan bir gücün beni havaya kaldırıp tüm gücüyle yere çalması. Binlerce parçaya bölünmek isterim. Bazı parçalarımı kaybetmek, yerlerine yenilerini koymak bazen, bulamayınca taşla toprakla sıvamak isterim. Yıllardır böyle süregelmez mi insanın kişisel gelişimi, kendimizi tekrar tekrar yaratma süreci.

“Çevrene bir bak. Sonbahar modeli, dökülen yapraklar, ağır tempolu şarkılar, kimse beni anlamıyooo tripleri. Biz ergenlikte bıraktık sanmıştık bu halleri. Doğru ama birçoklarımızın için çok yeni, bir o kadar da eski. Çünkü her zaman böyle olmuş bazı insanlar için değişim, metodolojik bir değişime gereksinim duyulmamış. O insanları bir düşünsene, onları değiştirecek bu dışarıdan gelecek güç ne olabilir? Tabi ki böyle bir şey olmadığı için kendileri yaratıyorlar zorluklarını. Ama o kadar korkak ve kaybedeceklerini o kadar umursayacak kadar çaresizler ki onca seçenek arasından gelecek tehlikelerden en hafifini seçiyorlar. Bir şekilde aşık olmayı umuyorlar. Birine herşeyini verebilecek kadar sevmeyi, karşılığını alamamayı, alsa da tatmin olmamayı dolayısıyla daha çok vermek istemeyi ve verecek bir şeyi kalmayana kadar kendilerini tüketmek istiyorlar. Ah liselim… Bu tükenme ile uzun zaman boyunca şişire şişire patlatamadıkları özgüvenlerini sıfırlayıp, işe baştan koyulmayı seviyorlar. Karşılarındaki insanlar ise yazık durumdan habersiz şaşkın bir ördek gibi izliyor bu olanlar. Bazen bu karşımızdaki tanımadığımız biri oluyor, bazen otobüsteki biri, bazen karşımızdaki.”

Tamam ama bu anlattıkların çok genç işi geldi bana. 28 yaşıma bastım artık bu kadar basit kandıramıyorum kendimi. Özellikle bunların farkında iken bunlara kendimi kaptırmam imkansız gibi. Yani rüya görmeyi umarak uykuya dalmaya çalışmak gibi bir şey. Belki yine içimdeki kasırgalar bir şeyleri yıkmak için uğraşacak, belki bir melankoli krizi belki yeni bir aşk. Ama önceki deneyimlerimde yaşadığım kendimi yaratma süreçlerinden o kadar beklenmedik şekilde güçlenerek çıktım ki kolay olmuyor artık o duvarları yıkmak. Bu sefer değil benle ilgili, hiç beklenmedik bir zorluk çıkması gerek hayatıma.
Bunları söyledikten sonra muhabbetin bu kadar içine girmiş olmaktan dolayı hafif bir pişmanlık yaşamadım değil. Sadece dayanamadım. Nasıl bu kadar basite indirgeyebiliyordu ki?

“ Peki bu senden kaynaklanmayan bir değişim için sana ait olan herşeyi terk edip gitmeye ne dersin?”

Güldüm.
Terk edip gitmek mi? Şu an içinde bulunduğumuz otobüs nereden yola çıktı sanıyorsun? Ya da bu ilk terk edişim mi? Bilmiyorsun ki zamanında bir değil iki değil üç oldu, topraklara düştüm. Yola çıktım, uzaklara gittim, yolun nereye götüreceğini bilemeden sadece yolun bir yere götürdüğünü umarak. Kendimi aradım, hem de yalnız. Yanıma geldiğim yerden tek bir parça bile almadan. Tanrı oldum kendimi baştan yarattım, çok şey yaşadım dedim; der demez beter dibe battım. Dibi gördüm oradan sıçradım. O kadar yürüdüm ki Galile’yi unuttum. Yine başladığım noktaya geri döndüm. Herşey eskisi gibi hiç yol kat edilmemiş gibi. Belki daha güçlü belki daha gerçek. Tam da bu sebepten daha çekilmez. Anladım ki, ben kendime mahkumum.

Evet. Ben mahkumum. Hem de kendime.

Derken mırıldanmaya başladım o neşeli şarkıyı.

Götürün beni dünyanın bir ucuna,
Götürün beni harikalar diyarına,
Bana öyle geliyor ki keder,
Daha az acı verecektir güneşte.

“ Valla birader, bu bahsettiğin şeyleri çok şiirsel buldum. Git bir yerlere yaz yayınlasınlar ya da ne bileyim bir blog tut, okusun bir havuç tavşan. Ama insanın kendisine mahkum olması için elinde ayrı bir özü olan bir kendisi ve bir de benliği olması gerekir. Bunun ayrımını yapmak bu kadar kolay mı sence? Belki insanın varoluşunun özüdür bu perspektif değişmesi. Bir yandan değişimi zorunlu kılıyoruz, yeni bir benlik oluşturuyoruz. Diğer yandan orijini değişerek oluşan yeni benlik geçmişte yaşanan bu değişimi değersiz görmek zorunda kalıyor. Çünkü kendi orijininden bakınca bu değişimin varoluşundaki etkisi ya da önemi görünemeyecek kadar az gibi beliriyor. Dolayısıyla eski değişimin değersizliğinden oluşan boşluklarla yeni değişimlere yer açıyor bu sefer bambaşka ufuklara yelken açıyor. Yepyeni değişimleri zorunlu kılmak için…”

Ne diyebilirim ki? Hemen kabullenemiyorum bu söylediklerini. En azından, şu anki benliğimin orijinine göre… Ama şimdi anlıyorum. Hani zaman beş yıl önce oluyor, yirmili yaşların başları, yeri geliyor, dostlar meclisinde muhabbet oluyor. Konu ergenlik bunalımını yirmilere çıkaran zihniyeti eleştirmeye gidiyor… kimse beni anlamıyooo triplerini bağlayan zatlar, sarkastik üslubumuza maruz kalıp çöp oluyor. Bu sayede hepimizin mevcut dertleri ya da dertleri algılayış şekli daha değerli görülüyor. Ama şimdi o zamanlara tekrar bakıyorum ve o yapılan değerlendirmelerde yüceltilen “hayatımla bir derdim var ama derdim beni kendime mahkum etmiş” tripleri de hepsinden daha leş duruyor.
Ah sizi küçük şeytanlar yoksa melankolinize ilaç olacağımı mı sandınız...
Ah seni özne!
Ve senin küçük orijinin…

13.11.07

Ben şarlatanım


Açık konuşmak gerekirse, beni buraya ilk çağırdığınızda, durumu çok saçma bulmuştum. Ama gelişim emri vaki oldu zira kendisi biraz bahsetmiş benden son yazısında. Ama ne gibi katkım olabilirdi ki sizin yazarı anlama çabanızda? Kurgusal olarak yarattığınız bu dünyada, ne otobüsün kendisiyim ne de içindekilerden biri. Ukalalık olmasın ama apayrı bir üstyapıyım şekillendiren sizi. Yazının ta kendisi. Hepinizi kandırabilir ama beni kandıramaz. Hatta kandırmak istemez. Tam da bu sebeple beni işe aldı zaten. Benle uğraşarak, bana gelme nedenini keşfedecekti. Ben kim miyim?

Ben şarlatanım.
Ama o beni bir psikolog sanıyor.

Yine de atalardan kalma bir ruhbilim bilgisi var bende. Eğitimini almamış olabilirim ama iyi bakarım, baktım mı anlarım. Bu sebeple, nasıl bir faydam dokunur okurlara diye düşünürken bir iki araştırma yaptım. Fark ettim ki, çok karışık duygulara meydan vermiş buradaki çok özneli yapı. Bazılarımız “onlardan biri” olduğunun farkına varmış ve bu birlik duygusu yaratan “onlar” aidiyetini hoş bulmuş. Kelimelerden üretilebilecek sonsuz kombinasyonlar arasından yenisini üretmekle uğraşmak yerine, bu saçma paragraflarla özdeşleştirmiş kendini. Bazılarımız ise bu konuların üzerine pek düşünmemiş olsa da yazıyı benimseyerek o durumu sahiplenir olmuş. Bir nevi kendini olmadığı gibi gösterme çabası işte. Sonuç olarak görüyorum ki, sizler onlara, onlar yazara geçiyor. İpin ucunu yaktık ateş devam ediyor. Sana, bana, ona, buna kuvvet veriyor.

Ha öyle, ha böyle çıktı ki ortaya, yazıdaki her yalanın bahsi dahi öznedeki sahteliği vuruyor insanların suratına. Bakın yıllar önce hastamız, yani bu yazar, özel bir defterinde ne demiş bu konu hakkında:
“ Yazmaktan korkuyorum. Hayır, ne çok karmaşık yapım olduğu için kendimi ifade edememekten ne de yazdıktan sonra fikirlerimi değersiz bulacağımdan kaynaklanıyor… Sanırım, sadece, yazarken kendimle baş başa kalmaktan korkuyorum.”
Durun hemen alkışlamayın. Ben de beğendim, ama şöyle devam etmiş ertesi gün.
“Şu hale bak, ne kadar yalan bir cümle. Yazmaktan korkmamın sebebiyle ilgisi yok. Tamamen, birisi ileride neden çok yazı yazamadın diye sorarsa, havalı bir cevap vermek için sanki. İşte yazmaktan korkmamın asıl sebebi bu zaten. Korkuyorum çünkü yazarken, kendime karşı dürüst olup olamayacağımı kestiremiyorum.”

Size çok yabacı gelmemiş olması gerekir. Görüyorum ki yazar daha önce de yazma sebebini düşüncelerini düzenlemek ve yerleştirmek olarak açıklamış. Hep bir kendini olmak istediği gibi yansıtma uğraşları…

Peki, bu sevimli yazarı bu durumundan dolayı suçlayabilir miyiz? Samimi değil mi yoksa yazdıklarında? Öznesizliğinden dem vuruyor diye çoktan ölümü ilan edilmişse, bu sahtelikler için psikosomatik semptomlar mı demeliyiz? Ben şimdilik reçete yazmak yerine, bu durumun yazarın bilincinde nasıl cereyan ettiğinden bahsedeceğim.

Dün bu saatlerde, yazar daha önceden kafasında kurduğu bir yazı yazmak üzere daktilosunun başına oturdu. IU kupasında kahvesi, fonda dinlendirici müziği, salıvermiş o meşhur bilincinin tüm dizginlerini… Geçen haftanın özensiz avukatına karşı bu sefer hem zengin hem de içerikli bir şeyler yazmaya kararlıydı. Zaten bakıyordu, son iki yazıda hakim olan ağır ve hüzünlü hava onun karakterine pek uymuyordu. Ne yapmalı, ne etmeli, bir şeytanlık, bir oyunbazlık. Yoksa (varsa) yine sarkastik bombastik üslubuna geri dönüp biraz göze biraz da gülümsemeye hazır dudaklara mı hitap etmeliydi.
N.Ş.İ serebral kas gevşeten bir yazı çıkması gerekirken, noolduysa üstüne bir Şarl havası kuruldu. Bir saatten uzun bir süre boyunca birbirinden kopuk onlarca satır döküldü durdu. Ama olmadı, maya “tutmadı”.
O sırada bilincinin terasına doğru çıkan bir farkındalıkla sarsıldı. Geçen haftaki avukat inanmadığımız şeyleri savunmak için yazının içine bütünlüksel ve tutarlı materyeller katarak nasıl kendimizi inandırdığımızdan bahsetmemiş miydi? Evet, biraz hakkı vardı. Ama oradaki mevzu bahis paper tarzı zorunlu meşgaleler değil miydi? Hani pragmatik sebepler içeren.

Peki şimdi neden aynı şekilde olmadığı gibi davranmaya zorluyordu kendisini? Hayır seni maymun, son haftalarda çok fazla paper yazmaya alıştığı için değil tabi ki… Demek ki yazmanın da pragmatik bir yanı vardı. Yani benim pragmatik bir yanım var. Nasıl mı?

Yazarken kendimizi nasıl şekillendirdiğimizin farkında mıyız? Hani o anki manevi durumumuzun farkında olsak da, yazma şeklimiz üzerinde etkisi olacağını bilsek de; sözde çılgınca bir şey yaparmış gibi -yani sprite içip havuza atlamak gibi çılgın- bu etkileri bertaraf edecek formlara sokarız kendimizi. Özellikle de başkalarının okuyacağını bildiğimiz için bu durumu(sebepsiz sıkıntı diyelim ki herkese uysun) kabullenmememizin ve dahası mücadele etmemizin en büyük dayanağı olur bu şekilde yansıtmak kendimizi. Sebebini bilmediğimiz hüznümüzü örten bir sırıtıklık kaplar yazıdaki yüzümüzü ve dahası olmadığımız kadar neşeli ve komik bir hale sokarız auramızı. En depresif günlerimiz, en uçuk şeylerle çevremize winnie the pooh etkisi yarattığımız günlerdir. Nasolsa gerçek hayatta saklayamayacağımız yüz ifadelerimiz, dalıp gitmelerimiz, sessizce bir köşeye çekilmelerimiz fark edilemeyecektir yazıda. Hele ki sonuna bir de : ) koyduk mu, ooh gelsin şenlikler gitsin kahkahalar.
Eminim bu durumu daha iyi ifade edenler olmuştur. Ama ne demek istediğimi anladığınızı varsayıyorum.

Tam da bu şekilde bir yazı yazacakken, bunu yazmakta zorlanışını düşündü yazar. Tabi ki, istese bitirirdi o yazıyı. Ama avukat bir kere fırlamıştı yerinden, aklına gelince kolay olmadı kendini ikna edebilmesi. Baksanıza, bir önceki yazısı resmen şekillendirmişti kendisini. Aynı daha önceleri kendisini iyi, güzel ve mutlu olarak şekillendirdiği gibi…

Kabul edelim şimdi. Var tabi ki yazmanın insanı mevcut durumundan çekip alabilecek özelliği. Bu şekillendirme neden kötü algılanmalı ki. Hepimiz yazarız hayallerimizi çünkü çok hayal görünmektedirler bize bir o kadar da uzak, yazarken ellerimize alınca tekrar inanabiliriz belki. Bazen de yazının konusu tutkular, duygular, aşklardır; çünkü yazı dışında ifadeleri zor ya da imkansızdır. Özgürlüktür bazen yazı çünkü yoktur varoluşun başka çıkış kapısı.

Şimdi ikiyüzlülükle suçlamadan, şizofrenik saptamalar yapmadan, şu çocuğun haline bir baksanıza. İstemez miydi o da yazı yoluyla rahatlamayı ya da kendine yeni bir dünya yaratıp içinde koşturup oynamayı. Fakat gün oldu, ruh doldu. Ne kadar şekillendirmeye çalıştıysa da başaramadı. Belki düşündüğü gibi yazsa çok neşeli olacaktı ama birden diğer penceredeki spleen spleen bakan bodleri fark etti. Onu çıkarsa aklından, bir sonraki pencereden Léo Ferré’nin solitudü gelecekti. Peki madem yazacaktı, neden ısrarla dinlemekteydi daha iğnesi yeni kırılan pikabından jak brel nağmelerini. Ya da aklına gelen konular neden hep dışarıda sağanak yağan yağmurda ıslanıp temizlenen ruhlarla ilgiliydi. Hele, hele tüm gece ziGuroZ videolarını izlemek de nesin nesiydi?

Demek ki, bazen olmuyor. Yazı çare bulmuyor. Bana yani psikolog sandığı şarlatana ise teşhisi koymak kalıyor: Angoisse.

Herkesin derin bir oooh çektiğini fark ettim. Teşhis konunca gelen bir rahatlama. Ama durun hemen inanmayın. Zaten geri alıyorum lafımı. Dün olsa belki doğru olurdu bu tespit çünkü düne mahsus bir ruh haliydi. Bugün bu yazıyı yazarken yerimde olsa yazar diyecekti ki: “iyi de baksana şu cıvıklığa ne hüzün var ne melankoli. Nereden çıkarıyorsunuz bu kendini iyileştirme emellerini. O eski haaalimden eser yok şimdi. Bugün hem zindeyim hem de keyifli. Zaten eğer dikkatli okuduysanız, bu yazıda göremezsiniz o angoisse denen iti.


Ne diyebilirim ki? Haklı. Ne son zamanlarda aklını meşgul eden bir derdi var ne de yazı dışında ifadesinin sınırlı olduğu bir duygu seli… Peki bir insan nasıl olur da dertsiz tasasız başım diye sevinirken, rahat ve neşeli bir yazı yazmakta zorlanır. Dahası sorarım: neden, şimdi, yani bir gün geçtikten sonra bile hiçbir şey olmamış gibi davranıp bu bahsettiğim yazıyı yazmak yerine bu durumun getirdiklerini tartışıyorum. Madem böyle bir durum geçiciydi, getirdiklerinden bahsetmenin amacı neydi. Merak ederim, dertsiz başa dert açmanın sebebini.

Biliyorum.
Melankoliye doğal bir eğilimimiz var.

7.11.07

Ben avukatım


Üzerime düşen sorumlulukları tam anlamıyla yerine getiremeyeceğimi anladığım zamanlar, yerine getirmiş gibi davranarak icraatın kendi değerinden değil sırf eyleyeninin sert ve şaşmaz duruşunda kaynaklanan bir bütünlük sergilerim. Hani her gün bir sonrakine bırakarak son gününe kadar ertelediğimiz bir paperı yazmak için gerekli araştırmayı yapmaya üşenmişizdir. Aklımıza konu gelmez, gelen konu tatmin etmez. Ama artık son gecedir, bir şeyler yazılması gerekir. O yüzden aklımıza gelen fikirlerden birine tutunur, üzerine ufak bir egzersiz yapar, hemen yazmaya koyuluruz.

Bu durumlarda bana öyle geliyor ki yazarken her anımda, baştan savma ve derinlikten yoksun bir yazı yazdığımın farkında olarak sahte bir bilinç düzeyiyle aklıma gelenleri aktarıyorum. Başlarda ilerlemek çok zor oluyor çünkü sürekli bir yanım hatırlatıyor bana aslında yaptığım ya da ürettiğimi varsaydığım argümanın değersizliğini. Ama kelimeler döküldükçe sanki satırlar patır patır sayfaya değil bilincimin bu huysuz yanının üzerine düşüyor. Gittikçe aşağılara gömülüyor zavallı. Paperın sonlarına doğru gelince ise pek az hatırlar oluyorum bu durumu. Zaten son noktayı koyduktan sonra amacım değişiyor. Nasıl daha iyi yazarım ya da yazabilirdim değil, nasıl bu yazdıklarımı daha kolay savunulabilir bir hale getirebilirim diye düşünmeye başlıyorum. İşte o anda eleştirel olduğunu sandığım beynim sanki anesteziye kurban gidiyor ve dolayısıyla inanmadığım, değersizliğinin farkında olduğum bir fikri savunmak için yazı içindeki tutarsızlıkları ve bütünlüğündeki eksikliklerini kapatmaya çalışıyorum.

Durun, durun bu kadar kolay mı sandınız. Yazma pratiğinden önce gelen bir bilinç değişikliğinden söz ediyoruz burada. Başkaları karşımızdayken inanmadığımız değerleri savunur durumda bulabiliriz kendimizi. Peki kendimizle baş başa ve tüm kısıtlayıcı bağlamlardan uzakken nasıl olur da bunu başarabiliriz ki. Yani inanmadığımı bildiğim ve inanıyormuş gibi yapma zorunluluğum olmayan bir şeyi nasıl savunabilirim?

Çok basit. Paperın iyi olduğunu başkalarına inandırmak için öncelikle kendimi inandırmalıyım. Nasıl mı?
Henüz yazmaya başlamadan önce tüm sivri yanlarımın törpülenmiş olduğu bir anı bekliyorum. O anda tüm o satırları yazacak olan özneyi karşıma alıyorum… Benden bağımsız o özneyi.
İlk hamleyi o yapıyor. En zayıf yerimden vuruyor. Pragmatik değerini anlatıyor bana çirkef bir surat ifadesiyle. Bilmiş bilmiş tavırlarla cam kenarındaki mermere yaslanmış… Bak diyor vakit kalmadı sıfır almaktan daha iyidir. Yaz bir paper gitsin ne paperlar yazdın hangisi değerinden dolayı taçlandırıldı ki bunu da aynı özenle yazasın. Ayrıca, bu konu gerçekten de ilgini çekmiş olsa zaten araştırırdın, düşünürdün, günler öncesinden ürettiğini varsaydığın bir fikir üzerine yazardın.

Off! Çok haklı. Yumuşak karnıma gelen bu darbeye karşı, diğer zayıf tarafımı sürüyorum ringe. Tamam, haklısın ama sen mükemmeliyetçiliğinden taviz vermezsin, iyi ya da vasat bir paper çıkacağına hiç çıkmasın. İstersen konuş hocayla, 1 gün daha zaman iste daha iyi düşün biraz daha araştır içine sinen bir paper yaz. Güya bilgi üretimi yapıyorsun bu şekilde sorumluluk üzerimden gitsin mantığıyla olmaz ki.
İşte bu durumda ikimiz de fazla direnemiyoruz. Açıyorum kitapları biraz daha okuyorum. Ama içten içe de biliyorum olmayacak. Tek yaptığım mükemmeliyetçi yanımın kafasını okşayıp sırtını sıvazladıktan sonra biraz uğraşıyormuş gibi yaparak emek harcadığımı belirtmek ve dolayısıyla kendimi inandırmayı kolaylaştırmak.
Kitabı kapatıyorum. Yazacağım konu şudur diyorum. Ve gerisi kendimi inandırma teşebbüsleri ile geçen sayfalardan sonra zaferle sonlanan bir sonuç paragrafı. Kendimi kandırmayı başarıyorum. Hatta o kadar iyi kandırıyorum ki, paper iyi bir sonuç ama yanında bir iki eleştiri ile elime gelince küstahça kafamı sallıyorum. Anlattıklarımı anlamamış Hoca, ya da o kadar derin bir konuya girmişim ki kendimi iyi ifade edememişim. Hah seni küçük aptal! Ne oldu da bu kadar inanır hale geldin, yalandan yazdıklarına?

Oda hezimet kokuyor… Savaş sonrası bir boşluk. Mohaç’a nispet 22 dakikada düşman alt edilmiş sanki. Tek bir ağızdan konuşan, tutarlılık ve bütünlüğe sahip tek bir özne kalmış bu vasıfsız çabanın ardından. Bir tek ben kaldım. Kim olduğumu anlamış olmalısınız.

Ben avukatım.

Olay neymiş, gerçekte ne olmuş ilgilenmem. Paramı alırım, davama bakarım. Ne şeytanın avukatı kadar karizmatik bir duruşum vardır ne de gerçeklerin peşinde koşan körpeler gibi idealist bir yapım. Davamı kabul eder etmez, müvekkilimle tek vücut olurum. Özneler ayrımını ortadan kaldırırım. Önce bırakırım sorgu teçhizatlarımı, müvekkilim beni inandırır. Sonra da ben herşeyi gören olur, hakimi inandırırım. Hı-hımm, fena sayılmam işimde, birçok başarılara imza attım.

Ama sadece bir insanı kandıramadım. Çünkü o, Şşşş!

Şu an hissediyorum. O insan konuşmak için can atıyor. Ama istemiyorum. Bu yazı burada sonlanacak. Bu haftaki sorumluluklarımı geçiştirip, bu yazıyı baştan savma yazmaya o kadar niyetliyim ki, o kandıramadığım insanı bu sahte ve değersiz satırlarda harcayamayacağım.
Sahte ve değersiz satırlar mı? Aman Tanrım, ne biçim avukatım! Yazının sonu geldi daha kendimi bile inandıramamışım…

1.11.07

Ben katilim




hayatımdaki herşeyin benim adıma başkaları tarafından belirlenmiş olmasını çok seviyorum. şaşıracaksınız ama kendimi çok özgür hissediyorum. gerçi şimdi bunu söylemem doğru olmaz çünkü özgürlüğün ne olduğunu daha sonra anlayacağım. şu an sadece önüme sunulan hayatı tecrübe etmek için yaratılmışım. elime kıpkırmızı bir elma aldığımda tam ısıracakken onun hüznünü ve durumu kabullenmişliğini gördükçe, farkımızı anlayıp, kendi halime seviniyorum.
daha ne güneşler göreceğim.

ama son zamanlarda bir sıkıntım var. belirli belirsiz kendini gösteriyor. sanırım buldum. evet, evet, kendimi özel hissediyorum. ama nedenini bilmiyorum. çünkü nedenini bilebilecek kadar gelişmiş bir bilincim yok. herkes öyle diyorsa öyledir diyorum. zaten aklım özel olmanın ne olduğunu sorgulamaya değil, insanların bu suçlamayı yaparken neden bu kadar zevk alıp benim için güzel bişi yapmışlar gibi sırıtmalarının sebeplerini anlamaya çalışıyor. lafa zeki, terbiyeli, esprili, yaratıcı gibi yığınla güzel söz söyleyerek başlayan kalın derililer neden en sonunda beni aşağılamaya ihtiyaç duyar ki? itiraz mı etsem? bu haksızlık değil mi? alay etseniz, beter ederim. küfür etseniz, cevap veririm. peki, bu şerefsizce ama usulca ve ince ince yaralama yoluna neden başvuruyorsunuz? biliyorum, tek amacınız beni kızdırmak ve aksini yani özel olmadığımı ispat etmeye çalışmamı sağlamak.

bunu fark etmem uzun zaman almadı. zaten o zamandan beri hakkımda konuşulanlara hiç sevinemiyorum. gururumu okşayacak söz öbekleri yan yana gelince içimi kaplayan mutluluğun tadına tam varacağım an, arkasından bu sıfatın geleceğini bildiğim için bir anda sessizleşiyorum. ve bazen lafın oraya gelmesini beklemeden tüm o güzel sözleri iltifatları daha henüz başında ikiyüzlüce reddediyorum. hatta inansınlar, diye türlü uçarılıklara girişerek öyle olmadığımı kanıtlamaya çalışıyorum. ama nedense herkes bir olmuş da aynı şey düşünüyormuş gibi geliyor. ister istemez kabul ediyorum.
kendimi özel hissediyorum.
üzülüyorum.

işte bu kabulden beri onlara yabancı hisseder oldum. ilk defa ben onlardan ayrıldım sanki. böyle olmadığımı bilsem de bazen sanki doğru dürüst onlara ayak uyduramıyorum. napiim? kenara geçip, izliyorum. her seferinde gözüm olanları farklı görmeye başlıyor. bazen içlerinden birinin birden bayıldığı geliyor gözümün önüne. herkes şaşkınlıkla bakarken yanına koşup diz çöküyorum. ellerimin arasına aldığım başını okşuyor ve sevgimle sevdiğimi sandığım kızı hayata döndürüyorum. yüreğime dolan sevgi her kalp atışımda kanıma öyle bir karışıyor ki tüm damarlarımda dolaştıktan sonra, çıkış kapısı olan ellerime ulaşmadan önce boğazımda toplanmaları uzun zaman alıyor. yeterince güçlenip dışarı hücum edince, ellerimden fışkıran sevgimi engelsizce ona veriyorum. öyle karşılıksız bir sevgi ki onun kim olduğunu dahi bilmiyorum. içimden umarım hayata döndükten sonra hiç görüşmeyiz diyorum. gerçekliğe döndüğümde ise hala hayalden kalan
bir düğüm oluyor boğazımda.

bunun hayal olduğunu, fiziki dünyaya ait olmayan bir durum olduğunu bilmeme rağmen tüm fizik kurallarını altüst edecek şekilde niteliksel olarak kalbimde bir hafifleşme hissediyorum. kenara geçip onları izlemeye başladığım zaman 19 kilogram olan kalbim, 18,79 kilograma iniyor sanki. bunun gibi onlarca hikaye yaratıyorum kafamda. bir yürek dolusu sevgimi nasıl boşaltacağımı bilemez gibi herkese sunmak istiyorum. sokaktaki dilenci çocukla ucuz kebapçıya gidip karnımızı doyururken konudan konuya geçerek saatlerce konuşmak istiyorum. ne kadar şanslı olduğumu bilmenin verdiği suçluluk duygusu ve acı ile ona dayanması gerektiğini belirtip, bir gün bu acıların geçeceği konusunda telkinde bulunuyorum. en kötüsü ise, gerçek hayatta yaşadığım tüm güzelliklerin dahi bu imgesel avutmaya eşdeğer olamayacağını hissediyorum. ve hayatını kurtardığım insandan sonra dilenci çocukla da vedalaşıyorum.

peki neden hep bi veda? aslında cevabını siz de biliyorsunuz. baksanıza, şu anda bu satırları yazarken, sanki böyleymişim gibi aktararak kurduğum hayal bile kardeşimin odaya girmesi ile bir anda dağılıyor. ama hayal gücü benim değil mi, istersem tekrar hayalini kurabilirim. neden yapamıyorum? çünkü her uyandığımda, gerçek dünyada bu hayali gerçekleştiremeyeceğim gerçeğini görüyorum. o kadar acı ki… her seferinde, gözlerim dalmış, kendi dünyamda kahramanlıktan kahramanlığa koşarken, bir şekilde uyanıyorum. hayal bitiyor, o da ölüyor. içinde yaşadığım gerçeklikte aktarmaya fırsat bulamadığım sevgimi hayallerimde cömertçe insanlığın kullanımına sunduktan sonra, her uyandığımda, istemeden de olsa, hayalin bitmesi ile birini öldürmüş oluyorum. her öldürdüğüm kişiyle yüreğim 21gram daha hafifliyor. hafiflerken ise hiçbir suçluluk duymuyorum.

Ben katilim. hem de hapishaneye atılamayacak kadar küçük bir katil…

ama suçluluk duymasam da, üzülüyorum. hayallerimde yaşadığım bu paylaşımların, gerisin geriye terli döndüğüm gerçeklikte hiç bir yeri olmadığını düşünüyorum. belki de bu sebeple, gerçek hayatta, dilenci bir çocuk gördüğümde ondan sevgimi mahrum ediyorum. dahası vermek istesem dahi sevgimi iletemeyeceğimi, iletebilsem de onun reddedeceğini düşünüyorum. söz konusu gerçek dünya olduğu zaman herşey karmaşık ve bir o kadar da sabit. diğer yandan hayallerimin geçiciliği o kadar yadsınamaz ki; kendi kendime, bu gerçek dünya içinde yaşamak zorunda oluşumun saçmalığına gülüyorum. ve yaşamak zorunda olduğumu fark ettiğim ve bu duruma güldüğüm için, daha da gülmek istiyorum. daha da gülmek için hayatta varolan onlarca güzel şeyleri düşünüyorum. dönüp kendime bakıyorum, o kadar güzel şeye sahibim ki… mutlu oluyorum.
hem de gerçek dünya içinde mutlu oluyorum.
inanılması güç değil mi?

ama aniden bir şey oluyor. herşey mutlu mesut giderken uyuşturucu bir etkiye kapıldığımı fark ediyorum, aklıma gelen bir soru ile: madem hayat bu kadar güzel neden onun güzel olduğunu kendime tekrar etmek zorundayım? işte o zamanlar, o kadar ağır geliyor ki yaşamak zorunda olmak bu gerçeklikle, tekrar hayallerime dönüyorum. ama bu sefer, öldüğümü hayal ediyorum. herkesin cenazemde ne kadar üzüldüğünü görmek istiyorum. hayır, ilgisiz sevgisiz yaşadığım için değil, çünkü sevgi ile gerçekliği bir türlü bağdaştıramadığım için. sevgi bana hayal gibi geliyor.
evet, evet, bir uyuşturucu…

ölülerin ve ölenlerin arasında yaşıyoruz. ben ise bu yaşta, yaşayabilmek için her gün öldürüyorum…gerçek o kadar acı ki hayallerimi öldürmeden, bu acıyı daha katlanabilir hale getiremiyorum. çünkü her hayalimden sıyrıldığımda gerçekliğin o kendini beğenmiş ve umursamaz tavrını gördükçe hayalimin kırılganlığına ve acizliğine şaşıyorum. bu durumda nasıl olur da hayallerime güvenebilirim? tabi ki gerçeklik ne istiyorsa onu yapacağım. kendisi ile barış içinde yaşayabilmek için küçük mücadelelerin sahne mutluluğun sahte olduğu ve hissedilenin hiçbir şekilde hissettirilmeye imkanının olmadığı bir yaşam şeklini kabul etmek tek seçeneğim. varolmamın tek garantisi, bana verilen bu yok etme görevi.

gerçek beni öldürene kadar ben hayallerimi öldürmek zorundayım.
en büyük trajedim bu sanırım.

ağlıyorum oluk oluk. içimde tutamıyorum. yüzümdeki ifadenin değişmediğini umarak gözlerimden yaşlar akıtıyorum. o ka-dar çok akıtıyorum ki vücudumun susuzluktan büzüldüğünü kasılıp tortop olduğunu hissediyorum. kendime geldigimde sanki saatler geçmiş gibi hissizleşiyorum. bir an susup, durulup aynada kendime bakmak için ağrıyan başımı kaldırıyorum. gözlerim kırmızı ama kaşlarım çatık. ağlamadım ki. der gibi. kendime acımam canımı acıtıyor. acı yine yüreğime temas ediyor. yine tutamıyorum. nehirler boyu süzülüyor, ormanlar geçiyor, dünyaya bereket katan şelaleler gibi ağlıyorum.
çağlıyorum.

hayır, hıçkıra hıçkıra, katıla katıla, bağıra bağıra değil. sanki, siz benden rahatsız olmamak için bu yazılanları okurken mute tuşuna basmışsınız gibi sessimi çıkarmadan ağlıyorum. tek çıkardığım ses ise bedenimde tutsak kalmaya daha fazla dayanamayan nefesimi azad ederken, dilim ile damağımı ayırmamla, onları birleştiren yapışkan sıvının çıkardığı ses…Xururuca.

ciğerlerimden gelen bu baskı ile uzun süredir nefes almadığım fark edip, o anda pişman oluyorum. çünkü o sırada konuşabilecek nefesim olsa, o nefesimi de keser:

“gitme küçük nefes, orası çok acımasız” derdim.