19.12.07

Ben ışığım

Motoru nefs ile çalıştıralı beri, karayollarının dikkatini çekecek kadar yol kat edildi. Direksiyon elde, gözler ise yolda, değil, hep otobüsün içindeydi. Beni ikinci yazının öznesi olarak hatırlayanlar olacaktır.

Evet, tekrar vücuda geldim çünkü müdahale etmem gerekti. Hayır, bu sefer ne yazara, ne yazan özneye. Oyun kuralları içerisinde bir müdahale diyelim yani. Nizami şarj bir nevi. Size dokunmak istedim. Beni okuyanlara…

Otobüsün her yanı incelemeye alındı. Blog düzenleyicisi olarak yazar elinden geldiğince risponsif olmaya çalıştı kendince rispons’larını yazıya yedirerek. Tabi özneler çoğalınca okuyucu profili de çeşitlendi. Kimi neşe ile sevgi ile otobüsün seyrini izledi. Kimi şaşkınlıkla karışık bir huzurla otobüsün içinde olduğunu far(z)(k)etti. Bazısı hiç katılamamasına rağmen otobüsün ön camından içeri dik dik bakma ilgisini gösterdi. Bazısı ise üst havalandırma camından, tam da Aziz Paulus’un bağışlanması imkansız günahını işleyerek küstahça baktı. Onlar için herkes eş değerdeydi.

Pekiyi, neden şunca zaman, “onlar”, onlarla temasa geçmedi? Kendince hep onların onlar olduğunu iddia etti de hiç bunu sorgulamak aklına gelmedi ? İşte bu onların beklediği-istediği bir soru idi. Belki, kimi akıllarda şekillenmişti ama hiç telaffuz edilmedi.

Bu sebeple 11 yazıdan sonra yine Sümer sayı sisteminin sevimliliği sebebiyle 12.yazıyı onlara bırakmak istedik. Onlar yazsın şekillendirsin böylece bu yapının bir parçası olarak yerini alsın dedik. Bu sebeple işte bir önceki yazıyı yazan bir özne yoktu. Dolayısıyla yazı da yoktu. Fekaat, yazı varolmak adına vardı. Geleceğe dönük bir varoluş yani. Ama biz yine de bu yazının yazılış tarihine saygımız adına o yazıdan bahsederken geçmiş zaman kullanacağız.

O yazı, onlar için bir ayna oldu. Yansımacı bir özneye sahip olmanın tek yolu buydu. Neden mi?
Onlarla beraber biz de büyüdük. Özne olarak bir “onlar” ı gördük başka ne var pek bilemedik. Çünkü tüm bu dünya onlar için yaratılmış ve biz bu düzenin tek algılayıcısıymış gibi hissettik. Henüz yeni doğmuş bir bebektik. Anne sütüne muhtaçtık. Yazan öznenin yazıyı tamamladıktan sonra görevinin bittiğine inanarak şunca zaman gelen yorumlara cevap yazmaktan kaçınmıştık.

Şu geçen sürede ise dünyadaki tek özne inancımızdan kopacak bir nesne-özne aradık. Evet, Lacan’ın aynasını anmadan, ona hakkını vermeden geçmek olmaz. Zira bilincimizin akışını serbest bırakmışken onun oluşunu gerçekleştiren olaydan bahsetmemek olmazdı. Bu ancak “onlar”’ın içine doğmayan onlar’dan, yani aynadan, yansıyarak gelebilirdi. Ki “onlar”, onlar arasındaki yerini belirlesin.
Bir de şu var ki, bu noktada, yazan özne olmayacağı daha doğrusu okuyucular eyleyicilik kazanarak yazının kendisini oluşturacağı için yorumlara hertürlü cevap verme imkanı olacak onlar denen özneler grubunun.

Ben aynaya gönderilen ve tezahürünü oluşturacak oluşumu başlatan ilk adımım.

Ben ışığım.

Onların isteği şudur ki: bu yazının yorum bölümüne, ayna vazifesi görerek tüm bu süreci ele alacak şekilde, okuyucular yorumlarını yazsın. Tartışılsın. Kimse yazmazsa, kimse üzülmesin.

7.12.07

Ben imzayım



Hey, Tostuuum, çok iyi dedin, pek iyi dedin. Sen gerçekten de kahramansın. Gözümü açan o adamsın. Kendimi bildim bileli, ben bir benden ibaret sanmaktaydım kendimi. Meğersem bin zelzeleye tabi tekillikler silsilesi, her biri sanki onlardan biri. Ah benim tek bir çizgi sandığım bilincimin fay hatları, varoluşumun sebebini bulmak için gerekli miydi, açmak bu katmanları.

Biliyorum, her hafta bir doz alır gibi alacağım yine ayarları. Arızalar saracak dört bir yanımı, baktığım her yerde yazım olacak bir sanrı. Hatta bu cümleyi okuduktan sonra bile yılmayacaksın, çıkacaksın karşıma, göstereceksin kendini, diyeceksin yok ki varoluşun sebebi. Hah laf işte, ancak Ajda pek gurur duyacak seninle, o iki çift muhalif laf ettin diye.

Merak etme şiirin elimde, okuyorum sizlere:

“Uğraşma bu işlerle toy delikanlı,
Biz geçtik bu yollardan, bir cevap çıkmadı,
Fazla dalarsan yapıbozuma,
Ne beden terbiyesi kalır ne akıl sağlığı.”

Ahh bilirim amacın kötülük değil sadece benim iyiliğimi düşünmektesin, ama bırak biz de geçelim o yollardan, göreceğiz anlamsızlığını hayatın, orası kesin. Kesin diyorum da… Gerçekten görecek miyiz? Görebilir miyiz? Sen gördün mü? Hadi kandırma bizi.

Différance’a gönderme, öneririm sana: Varoluşun anlamını, sadece zıddını gördüğümüz anda anlayabiliriz. Ha o zaman da kimseye anlatamayız orası ayrı.

Haa şimdi, diyenler vardır içinizden, merak ettim neymiş anlamı, madem tersindeymiş çıkalım yirminci kata görelim ihtişamını. Ama o zaman binadan atlamış diil, tam da ölümün varoluşu olumlayan anlamını atlamış olursunuz. Nasıl mı? Hiçlik ki, varoluşun tam tersi. Tam da bu zıtlığı sebebiyle, varoluşa anlamını verebilecek tek yetkili kişi: ölümün ta kendisi. Ama diğer yandan tam da tersi olduğu ve yapısı barışçıl birlikteliğe karşı olduğu için; ödül olarak varoluşun anlamını verirken, kendisini alan birisi. Yani, tecrübe edilirken ödül olarak görülen anlamın geçerli olduğu yapıyı sonlandıran ve onu gereksiz kılan bir mercii. Sonuç olarak, belki de, varoluşun anlamı ölümün ta kendisi. Ama unutulmamalı ki bu anlam, kendisinin sonlanması ile ifade dahi bulamayacak kadar farklı bir yapıya bürünen bişi.
E ne diyosun evladım? Ölüm, varoluşu olumlayan ve devamlılığını doğrulayan bir olgu.
Atlamayın evladım.
E biz napcaz?
Ölüm ile elimize geçecek olan o anlamı, ölüme varmadan bulmaya çalışacağız. Diyeceksiniz şimdi, ama bize dedin ki, tersini yaşamadan (kıh kıh yaşamadanmış) bulamayız anlamını diye. Ben de işte o noktayı işaret ettim işte sizin gibi efendilere.

Her ne kadar onların adına şiirler yazılsa da, psikanalizler yapılsa da, usulca varoluşun bir sebebi yok boşuna arama diye kulağımıza fısıldansa da, ben derim ki madem yaşıyoruz yok başka çaresi aramaktan başka.
E durduk yere değil ya, ben şahsen bizzat kendim olarak bilmek isterim bu dünyaya sincap olarak düşmememin sebebi neydi. Napalım düşünüyoruz (ben ve onlar ve başkaları) işte, istediğin kadar herşey anlamsız, yaşam şansa dansa de. Bu dünyada ne işim var diye sormak en asil hakkım. Ki şu durumu kendine dert edinen biz isek de, sincaplar değilse – daha hiçbir sincabın neden kafam küçük kuyruğum büyük diye yakınıp haksızlığa uğramış gibi hissettiğine rastlamadığımıza göre- bir insan olarak belki de dünyadaki görevim, dünyadaki görevimi sorgulamaktır. İnsanoğluyum, tüketmek ve yok etmek dışında, biraz da düşünmek isterim.

Biraz önce söyledik ya bin parça olmuş benlik, o zaman kim bilir varoluş ne haldedir. Sanır mısın benim bahsettiğim varoluş hakikate dair bir şeydir. Madem bütünlükten uzak bir varoluştan bahsediyoruz, anlasana bu sadece anlık bir varoluş. Varoş.

Transandantal bir varoluş olmadığına hemfikir beyinlerden yükselen kimi fikirler hep sanmakta ki kendileri de yekpare bir varoluşun içindeler. Zamana göre değişen algının çok çeşitliliğinden ve dolayısıyla benlik dediğimiz kavramın kendi içindeki deviniminden bihaberler sanki. Daha önceki yazılarda söylenmişti, gerçeklik içinde algının ve fakültelerin yeri. E buna uygun olarak da laf öznenin çokyapılı olduğuna gelince güzel de varoluşa gelince mi teklik düşüncesi aklınıza geldi? Ben şu an ben isem, bu benliğimin farkında ve hissiyatında isem, bu an varım. Ve şu anlık varoluşumdan önceki bir durum hakkında hiçbir söz spekülasyondan öteye gidemez. Dolayısıyla da bir tek varoluştan bahsetmem için varsaymam gereken varlığın devamlılığını artık ne varsayabilirim ne var sayabilirim.
Naağ sıkıcı diğ mi? Hafıza nerede? Peki bilinci nasıl bir çırpıda attın? Yok artııık.

Ohh rahatladım. Hmm, ne mi yaptım? Biraz önce benliğin zamana direncini güüyyaa kırdım ve geçmişteki yaşadıklarımdan, daha dogrusu yaşayamadıklarımdan, ister isem hatalarımdan ister isem sevaplarımdan bir güzel arındım. Neden mi? Düşünsenize, anlamını bilmediğimiz bir hayatı yaşarken, zaman geçtikçe geçmişte altına imza attıklarımız birer birer sorumluluk oluyor üzerimize. Kahraman olmasa, geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki mantıksal ve anlamlı kurgulandırmayı oluşturmasa, ne bekleyebilir ki insan geleceğe dair. Geçmiş sorumluluk ise, şimdiki zaman kaçınılmaz ise, gelecek adına biraz umut serpmek en doğal ihtiyaç değil mi? Geçmişin izlerini üzerimizden atarak oluşturulan bir sorumluluk. E o zaman, herşey tozpembe olmadığına göre, hayatın hayatıma olan hegemonyası vanilya gökyüzüne bakınca azalmadığına göre, arındığımı varsaymak ölümün olumladığı hayatı, ölüme kafa tutarak olumlamanın bir yolu olamaz mı?

Mesela bakın, şimdi de bu yazı geçmişte kaldı, bana sadece altına farklı bir özne ile imza atmak kaldı.
Ben imzayım

1.12.07

Ben kahramanım



Ahh beni ahh beni! Merak etmeyin, bu bünye yazıları terk etmedi ama çıldır gölüne ufak bir ziyaret eyledi, bir süreliğine blogun tahakkümüne direndi. 1 Aralık günü satırlara dökülen bir yazı, yazarı beyninden vurdu, blog yazısı kuş oldu uçtu yepyeni sorunlara kavuştu.
Bunları ancak ben görebildim. Çünkü o yazı benim hakkımdaydı.
Ben kahramanım.

Hayatımız boyunca kendimizi tanımaya uğraşıyoruz. Ama daha zoru, bir yandan da kendimizi tanıtmakla yükümlüyüz. Bilmiyorum, bu tanıtma işi zorunlu olmasa zevk alanımız çıkar mıydı ama tüm bu seni egosu şişkin özne eleştirilerini bir kenara bırakarak ve bu itirafa inanacağınızı umarak söylüyorum ki, aksini tecrübe etmeye fırsatım olmamış olsa da, belki de böyle bir zorunluluğum olmasa kendimi tanıtmayı hiç istemeyebilirdim. Sonuçta var olmak için sosyal olarak tanınmamız icap ediyor, biz de bundan kendimizce hayatı daha çekilir kılacak zevkler çıkarıyoruz gibime geliyor bazen. Gerçi eminim otobüsten birileri kalkıp buna itiraz edecektir. Ama şimdilik konumuza dönelim.

O 1 Aralık gecesi yine derdim kendimi başkalarına tanıtmaktı. Neden mi? Ahh kendimden başka kimseyi umursamıyorum oh la la demek ve genç kızların mazoşist kalplerini fethetmek isterdim ama gerçekler çok acı. Hayır hayır size tanıtmak da değildi amacım. Benim kim olduğumu bilmeyen umursamayan insanlardı muhatabım. Dahası onların umursamıyor olmalarını umursamak zorunda kaldığım binlerce kilometre uzaktaki amcalara. Ne hakkında diye soracak olursanız, çok basit bir kendinizi tanıtınız yazısı. Hani yaşamımızın mihenk taşları gibi elimize verilen başarı belgelerinden hep şikayet ederiz ya ağğbi gerçek beni anlatmıyor bu kağıt parçası deriz, hah işte bazı durumlarda o mihenk taşlarının yanına alın madem şikayet ediyorsunuz biraz annenizin margarininden bahsedin tarzı kendimizden hayatımızdaki amaçlarımızdan bu amaç uğruna yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan bahseden kısa bir yazı yazmamızı rica ediyorlar.

Yok aaartık! Öhööm! Ya kendimden bahseden bir yazı diyordum sanki. Bu biraz lebron James kaçtı. Affedersiniz ama bu soruların cevabını biliyor olsam zaten zerre kadar umursamam benim hakkımda ne düşündüğünüzü. Ben kendimi tanımışım artık sizin ne düşündüğünüzden bana ne pipokafalar. Diyebilirdim. Ama durum böyle olmadığına göre zorunlu oturup bir şeylerden bahsedeceğiz.

Evet, birilerine kendimizi tanıtmak zorunda kaldığımız anlar oluyor. Özellikle muhatabımız geleceğimizi tayin edecek insanlarsa bizim kim olduğumuzu değerlendirip ona göre kaderimizi çizecekleri için lütfediyorlar ve kim olduğumuzu soruyorlar. Anlatacağım şey tam da bu soruyu gördüğüm/duyduğum anda beynimde çakan şimşekler. Size de aynı şey oluyor mu bilmiyorum ama bana kendimi yazılı bir şekilde anlatmamı istedikleri anda daha kendime ben kimim sorusunu sormadan eyvah ya beni yanlış tanırlarsa diyorum. Ya kendimi yanlış ifade edersem ya beni çöp adam zannederlerse. Daha bir kelime yazmadan… Sanki bu elime verilen tek atışlık bir şans ve bu şansı hakkıyla değerlendirmezsem çok pişman olacakmışım gibi bir his, bir baskı. Dahası, aman genel olarak bahset işte neler yaptığından dediğim anda hayatım boyunca yaptığım şeyler sanki kendilerine haksızlık ediyor muşum gibi elleri bellerinde bana dik dik bakmaya başlıyorlar. Hoop beni köşeye sıkıştırıp ya ben ya ben benden bahsedecek misin, beni atlamayı düşünmüyorsun umarım, diye birbirlerini itiştire itiştire üstüme yürümeye başlıyorlar. Allah kahretmesin sizi yahu benim üzerime böyle bir sorumluluk yüklemek için mi yaptım sizleri? Yabancılaşma dedikleri bu olsa gerek.

O sırada diyorum ki keşke hayatım çok basit olsa da tüm hayatım boyunca yaptıklarımı sıralayabilsem bir çırpıda. Ne sıralamak mı? Üff yine disipline etme ile ilgili kaygılar. Dahası hayatım boyunca neler yaptığım konusunda gelen sorunun temel merakı nedir onu öğrenmek isteği nüfuz ediyor bünyeye. Yani mesela bir yandan Hasankeyf’te yaptığım bir proje bana çok özel gelirken hemen yanına geçen yaz havuzda atmayı başardığım ters taklayı yazmak isterim gibi geliyor. Hani istemesem de birinin diğerinden daha üstün olduğunu ne belirler onu bilmek isterim sanki. Biraz abartıyorum olayın dramatikleşmesini engellemek için ama soru hala geçerli. Hangisini yazacağımı nerden bileceğim. Yok yok size hey adamım hayatım bir roman gibi o kadar çok şey yaptım ki nereden başlasaydım demiyorum. Ama belli ki hayat kağıt üstünde çok eğreti duruyor.

Bu krizim geçtikten sonra klasik insanları aferim aferim diyeceği birkaç şeyi seçip yazıyorum. O zevkle yaptığım işler o kadar bayağı geliyor ki. Sonra tabi ki bunları yaptığıma göre bir sebebi olmalı her birinin. Değil mi? Kendimi daha fazla tutamıyor, bir feryat yükseltiyorum yaradana. Allah kahretsin niye yaptım ben bunları niyeee! Tam o anda hemen o küçük beynim kendince sebepler uyduruyor tüm bu bilinçsizce yaptıklarıma. İşte kıta felsefesine olan merakım sebebiyle şunu yaparken diğer yandan analitik felsefeden kendimi soğutmamak için şunu yaptım, dediğim anda ok kad dar kom ik geliyor ki bi kahkaha patlatıyorum. Hadi ordan küçük serseri, o işi yaparken daha analitik felsefe ne onu bile bilmiyordun. Olsun yazalım. Seksi durdu.

Sonra yazdıklarımın tümünü sırayla okuyorum ve vaay be diyorum. Neler yapmışım. Hem de ne güzel yapmışım. Üstüne üstlük bir de hepsini çok iyi sıralamışım. Hatta tüm yaptıklarımın hakkıyla bilincine bile varmışım. Mışım.
Hani bunları derken bile görüyor olmalısınız ki –miş’li geçmiş zaman kullanıyorum ki kendisine hadi ordaan hikaaaye geçmiş zaman deriz. Aynen ööle hikaye geliyor. Ben de kendimi o hikayenin kurgusal bir kahramanı gibi görmeye başlıyorum. Hem de yaptıklarından utanan. Yani yalancılıktan.

Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad!

Velhasıl kelam çıktı ki ortaya, rastlantısal yaşıyoruz basbaya. Hayatımız ise geçmişte rastlantısal olarak yaptığımız şeylere sebepler uydurarak geçiyor. Kendimizi tanımayı bıraktım, tek amacımız, kendimizi tanıtmak için gelecek olan bir sonraki sen kimsin sorusuna hazırlanmak. O hazırlık bazen o kadar çekilmez oluyor ki kendimize eğlenceli uğraşlar buluyoruz. Mesela eyvah ya bir gün yine sen kimsin diye sorarlar diye korkup yahu en iyisi ben bir blog yazayım diyoruz. Sonra hey adamım o kadar karmaşık bi insanım ki ancak çok özneli bir yapı anlatır beni o yeah diorz. Sonra blog karşısına geçip birer birer neleri yaptığımızı nasıl yaptığımızı mantıklar uydurarak, bağlantılar kurarak ve inatla rastlantıdan uzaklaştırarak anlatıyoruz.
Bazen yazı oluyor Hıncal’ız diyoruz 5 yıllık sancılı koca bir süreci 1 gecelik farkındalığa indiriyoruz. Bazen yazı oluyor ben katilim diyor el kadar çocuğun eline mürekkepsiz kalem veriyoruz.

Faniiiiy!
Çok pis yazıyoruz abi!



.