19.12.07

Ben ışığım

Motoru nefs ile çalıştıralı beri, karayollarının dikkatini çekecek kadar yol kat edildi. Direksiyon elde, gözler ise yolda, değil, hep otobüsün içindeydi. Beni ikinci yazının öznesi olarak hatırlayanlar olacaktır.

Evet, tekrar vücuda geldim çünkü müdahale etmem gerekti. Hayır, bu sefer ne yazara, ne yazan özneye. Oyun kuralları içerisinde bir müdahale diyelim yani. Nizami şarj bir nevi. Size dokunmak istedim. Beni okuyanlara…

Otobüsün her yanı incelemeye alındı. Blog düzenleyicisi olarak yazar elinden geldiğince risponsif olmaya çalıştı kendince rispons’larını yazıya yedirerek. Tabi özneler çoğalınca okuyucu profili de çeşitlendi. Kimi neşe ile sevgi ile otobüsün seyrini izledi. Kimi şaşkınlıkla karışık bir huzurla otobüsün içinde olduğunu far(z)(k)etti. Bazısı hiç katılamamasına rağmen otobüsün ön camından içeri dik dik bakma ilgisini gösterdi. Bazısı ise üst havalandırma camından, tam da Aziz Paulus’un bağışlanması imkansız günahını işleyerek küstahça baktı. Onlar için herkes eş değerdeydi.

Pekiyi, neden şunca zaman, “onlar”, onlarla temasa geçmedi? Kendince hep onların onlar olduğunu iddia etti de hiç bunu sorgulamak aklına gelmedi ? İşte bu onların beklediği-istediği bir soru idi. Belki, kimi akıllarda şekillenmişti ama hiç telaffuz edilmedi.

Bu sebeple 11 yazıdan sonra yine Sümer sayı sisteminin sevimliliği sebebiyle 12.yazıyı onlara bırakmak istedik. Onlar yazsın şekillendirsin böylece bu yapının bir parçası olarak yerini alsın dedik. Bu sebeple işte bir önceki yazıyı yazan bir özne yoktu. Dolayısıyla yazı da yoktu. Fekaat, yazı varolmak adına vardı. Geleceğe dönük bir varoluş yani. Ama biz yine de bu yazının yazılış tarihine saygımız adına o yazıdan bahsederken geçmiş zaman kullanacağız.

O yazı, onlar için bir ayna oldu. Yansımacı bir özneye sahip olmanın tek yolu buydu. Neden mi?
Onlarla beraber biz de büyüdük. Özne olarak bir “onlar” ı gördük başka ne var pek bilemedik. Çünkü tüm bu dünya onlar için yaratılmış ve biz bu düzenin tek algılayıcısıymış gibi hissettik. Henüz yeni doğmuş bir bebektik. Anne sütüne muhtaçtık. Yazan öznenin yazıyı tamamladıktan sonra görevinin bittiğine inanarak şunca zaman gelen yorumlara cevap yazmaktan kaçınmıştık.

Şu geçen sürede ise dünyadaki tek özne inancımızdan kopacak bir nesne-özne aradık. Evet, Lacan’ın aynasını anmadan, ona hakkını vermeden geçmek olmaz. Zira bilincimizin akışını serbest bırakmışken onun oluşunu gerçekleştiren olaydan bahsetmemek olmazdı. Bu ancak “onlar”’ın içine doğmayan onlar’dan, yani aynadan, yansıyarak gelebilirdi. Ki “onlar”, onlar arasındaki yerini belirlesin.
Bir de şu var ki, bu noktada, yazan özne olmayacağı daha doğrusu okuyucular eyleyicilik kazanarak yazının kendisini oluşturacağı için yorumlara hertürlü cevap verme imkanı olacak onlar denen özneler grubunun.

Ben aynaya gönderilen ve tezahürünü oluşturacak oluşumu başlatan ilk adımım.

Ben ışığım.

Onların isteği şudur ki: bu yazının yorum bölümüne, ayna vazifesi görerek tüm bu süreci ele alacak şekilde, okuyucular yorumlarını yazsın. Tartışılsın. Kimse yazmazsa, kimse üzülmesin.

7.12.07

Ben imzayım



Hey, Tostuuum, çok iyi dedin, pek iyi dedin. Sen gerçekten de kahramansın. Gözümü açan o adamsın. Kendimi bildim bileli, ben bir benden ibaret sanmaktaydım kendimi. Meğersem bin zelzeleye tabi tekillikler silsilesi, her biri sanki onlardan biri. Ah benim tek bir çizgi sandığım bilincimin fay hatları, varoluşumun sebebini bulmak için gerekli miydi, açmak bu katmanları.

Biliyorum, her hafta bir doz alır gibi alacağım yine ayarları. Arızalar saracak dört bir yanımı, baktığım her yerde yazım olacak bir sanrı. Hatta bu cümleyi okuduktan sonra bile yılmayacaksın, çıkacaksın karşıma, göstereceksin kendini, diyeceksin yok ki varoluşun sebebi. Hah laf işte, ancak Ajda pek gurur duyacak seninle, o iki çift muhalif laf ettin diye.

Merak etme şiirin elimde, okuyorum sizlere:

“Uğraşma bu işlerle toy delikanlı,
Biz geçtik bu yollardan, bir cevap çıkmadı,
Fazla dalarsan yapıbozuma,
Ne beden terbiyesi kalır ne akıl sağlığı.”

Ahh bilirim amacın kötülük değil sadece benim iyiliğimi düşünmektesin, ama bırak biz de geçelim o yollardan, göreceğiz anlamsızlığını hayatın, orası kesin. Kesin diyorum da… Gerçekten görecek miyiz? Görebilir miyiz? Sen gördün mü? Hadi kandırma bizi.

Différance’a gönderme, öneririm sana: Varoluşun anlamını, sadece zıddını gördüğümüz anda anlayabiliriz. Ha o zaman da kimseye anlatamayız orası ayrı.

Haa şimdi, diyenler vardır içinizden, merak ettim neymiş anlamı, madem tersindeymiş çıkalım yirminci kata görelim ihtişamını. Ama o zaman binadan atlamış diil, tam da ölümün varoluşu olumlayan anlamını atlamış olursunuz. Nasıl mı? Hiçlik ki, varoluşun tam tersi. Tam da bu zıtlığı sebebiyle, varoluşa anlamını verebilecek tek yetkili kişi: ölümün ta kendisi. Ama diğer yandan tam da tersi olduğu ve yapısı barışçıl birlikteliğe karşı olduğu için; ödül olarak varoluşun anlamını verirken, kendisini alan birisi. Yani, tecrübe edilirken ödül olarak görülen anlamın geçerli olduğu yapıyı sonlandıran ve onu gereksiz kılan bir mercii. Sonuç olarak, belki de, varoluşun anlamı ölümün ta kendisi. Ama unutulmamalı ki bu anlam, kendisinin sonlanması ile ifade dahi bulamayacak kadar farklı bir yapıya bürünen bişi.
E ne diyosun evladım? Ölüm, varoluşu olumlayan ve devamlılığını doğrulayan bir olgu.
Atlamayın evladım.
E biz napcaz?
Ölüm ile elimize geçecek olan o anlamı, ölüme varmadan bulmaya çalışacağız. Diyeceksiniz şimdi, ama bize dedin ki, tersini yaşamadan (kıh kıh yaşamadanmış) bulamayız anlamını diye. Ben de işte o noktayı işaret ettim işte sizin gibi efendilere.

Her ne kadar onların adına şiirler yazılsa da, psikanalizler yapılsa da, usulca varoluşun bir sebebi yok boşuna arama diye kulağımıza fısıldansa da, ben derim ki madem yaşıyoruz yok başka çaresi aramaktan başka.
E durduk yere değil ya, ben şahsen bizzat kendim olarak bilmek isterim bu dünyaya sincap olarak düşmememin sebebi neydi. Napalım düşünüyoruz (ben ve onlar ve başkaları) işte, istediğin kadar herşey anlamsız, yaşam şansa dansa de. Bu dünyada ne işim var diye sormak en asil hakkım. Ki şu durumu kendine dert edinen biz isek de, sincaplar değilse – daha hiçbir sincabın neden kafam küçük kuyruğum büyük diye yakınıp haksızlığa uğramış gibi hissettiğine rastlamadığımıza göre- bir insan olarak belki de dünyadaki görevim, dünyadaki görevimi sorgulamaktır. İnsanoğluyum, tüketmek ve yok etmek dışında, biraz da düşünmek isterim.

Biraz önce söyledik ya bin parça olmuş benlik, o zaman kim bilir varoluş ne haldedir. Sanır mısın benim bahsettiğim varoluş hakikate dair bir şeydir. Madem bütünlükten uzak bir varoluştan bahsediyoruz, anlasana bu sadece anlık bir varoluş. Varoş.

Transandantal bir varoluş olmadığına hemfikir beyinlerden yükselen kimi fikirler hep sanmakta ki kendileri de yekpare bir varoluşun içindeler. Zamana göre değişen algının çok çeşitliliğinden ve dolayısıyla benlik dediğimiz kavramın kendi içindeki deviniminden bihaberler sanki. Daha önceki yazılarda söylenmişti, gerçeklik içinde algının ve fakültelerin yeri. E buna uygun olarak da laf öznenin çokyapılı olduğuna gelince güzel de varoluşa gelince mi teklik düşüncesi aklınıza geldi? Ben şu an ben isem, bu benliğimin farkında ve hissiyatında isem, bu an varım. Ve şu anlık varoluşumdan önceki bir durum hakkında hiçbir söz spekülasyondan öteye gidemez. Dolayısıyla da bir tek varoluştan bahsetmem için varsaymam gereken varlığın devamlılığını artık ne varsayabilirim ne var sayabilirim.
Naağ sıkıcı diğ mi? Hafıza nerede? Peki bilinci nasıl bir çırpıda attın? Yok artııık.

Ohh rahatladım. Hmm, ne mi yaptım? Biraz önce benliğin zamana direncini güüyyaa kırdım ve geçmişteki yaşadıklarımdan, daha dogrusu yaşayamadıklarımdan, ister isem hatalarımdan ister isem sevaplarımdan bir güzel arındım. Neden mi? Düşünsenize, anlamını bilmediğimiz bir hayatı yaşarken, zaman geçtikçe geçmişte altına imza attıklarımız birer birer sorumluluk oluyor üzerimize. Kahraman olmasa, geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki mantıksal ve anlamlı kurgulandırmayı oluşturmasa, ne bekleyebilir ki insan geleceğe dair. Geçmiş sorumluluk ise, şimdiki zaman kaçınılmaz ise, gelecek adına biraz umut serpmek en doğal ihtiyaç değil mi? Geçmişin izlerini üzerimizden atarak oluşturulan bir sorumluluk. E o zaman, herşey tozpembe olmadığına göre, hayatın hayatıma olan hegemonyası vanilya gökyüzüne bakınca azalmadığına göre, arındığımı varsaymak ölümün olumladığı hayatı, ölüme kafa tutarak olumlamanın bir yolu olamaz mı?

Mesela bakın, şimdi de bu yazı geçmişte kaldı, bana sadece altına farklı bir özne ile imza atmak kaldı.
Ben imzayım

1.12.07

Ben kahramanım



Ahh beni ahh beni! Merak etmeyin, bu bünye yazıları terk etmedi ama çıldır gölüne ufak bir ziyaret eyledi, bir süreliğine blogun tahakkümüne direndi. 1 Aralık günü satırlara dökülen bir yazı, yazarı beyninden vurdu, blog yazısı kuş oldu uçtu yepyeni sorunlara kavuştu.
Bunları ancak ben görebildim. Çünkü o yazı benim hakkımdaydı.
Ben kahramanım.

Hayatımız boyunca kendimizi tanımaya uğraşıyoruz. Ama daha zoru, bir yandan da kendimizi tanıtmakla yükümlüyüz. Bilmiyorum, bu tanıtma işi zorunlu olmasa zevk alanımız çıkar mıydı ama tüm bu seni egosu şişkin özne eleştirilerini bir kenara bırakarak ve bu itirafa inanacağınızı umarak söylüyorum ki, aksini tecrübe etmeye fırsatım olmamış olsa da, belki de böyle bir zorunluluğum olmasa kendimi tanıtmayı hiç istemeyebilirdim. Sonuçta var olmak için sosyal olarak tanınmamız icap ediyor, biz de bundan kendimizce hayatı daha çekilir kılacak zevkler çıkarıyoruz gibime geliyor bazen. Gerçi eminim otobüsten birileri kalkıp buna itiraz edecektir. Ama şimdilik konumuza dönelim.

O 1 Aralık gecesi yine derdim kendimi başkalarına tanıtmaktı. Neden mi? Ahh kendimden başka kimseyi umursamıyorum oh la la demek ve genç kızların mazoşist kalplerini fethetmek isterdim ama gerçekler çok acı. Hayır hayır size tanıtmak da değildi amacım. Benim kim olduğumu bilmeyen umursamayan insanlardı muhatabım. Dahası onların umursamıyor olmalarını umursamak zorunda kaldığım binlerce kilometre uzaktaki amcalara. Ne hakkında diye soracak olursanız, çok basit bir kendinizi tanıtınız yazısı. Hani yaşamımızın mihenk taşları gibi elimize verilen başarı belgelerinden hep şikayet ederiz ya ağğbi gerçek beni anlatmıyor bu kağıt parçası deriz, hah işte bazı durumlarda o mihenk taşlarının yanına alın madem şikayet ediyorsunuz biraz annenizin margarininden bahsedin tarzı kendimizden hayatımızdaki amaçlarımızdan bu amaç uğruna yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan bahseden kısa bir yazı yazmamızı rica ediyorlar.

Yok aaartık! Öhööm! Ya kendimden bahseden bir yazı diyordum sanki. Bu biraz lebron James kaçtı. Affedersiniz ama bu soruların cevabını biliyor olsam zaten zerre kadar umursamam benim hakkımda ne düşündüğünüzü. Ben kendimi tanımışım artık sizin ne düşündüğünüzden bana ne pipokafalar. Diyebilirdim. Ama durum böyle olmadığına göre zorunlu oturup bir şeylerden bahsedeceğiz.

Evet, birilerine kendimizi tanıtmak zorunda kaldığımız anlar oluyor. Özellikle muhatabımız geleceğimizi tayin edecek insanlarsa bizim kim olduğumuzu değerlendirip ona göre kaderimizi çizecekleri için lütfediyorlar ve kim olduğumuzu soruyorlar. Anlatacağım şey tam da bu soruyu gördüğüm/duyduğum anda beynimde çakan şimşekler. Size de aynı şey oluyor mu bilmiyorum ama bana kendimi yazılı bir şekilde anlatmamı istedikleri anda daha kendime ben kimim sorusunu sormadan eyvah ya beni yanlış tanırlarsa diyorum. Ya kendimi yanlış ifade edersem ya beni çöp adam zannederlerse. Daha bir kelime yazmadan… Sanki bu elime verilen tek atışlık bir şans ve bu şansı hakkıyla değerlendirmezsem çok pişman olacakmışım gibi bir his, bir baskı. Dahası, aman genel olarak bahset işte neler yaptığından dediğim anda hayatım boyunca yaptığım şeyler sanki kendilerine haksızlık ediyor muşum gibi elleri bellerinde bana dik dik bakmaya başlıyorlar. Hoop beni köşeye sıkıştırıp ya ben ya ben benden bahsedecek misin, beni atlamayı düşünmüyorsun umarım, diye birbirlerini itiştire itiştire üstüme yürümeye başlıyorlar. Allah kahretmesin sizi yahu benim üzerime böyle bir sorumluluk yüklemek için mi yaptım sizleri? Yabancılaşma dedikleri bu olsa gerek.

O sırada diyorum ki keşke hayatım çok basit olsa da tüm hayatım boyunca yaptıklarımı sıralayabilsem bir çırpıda. Ne sıralamak mı? Üff yine disipline etme ile ilgili kaygılar. Dahası hayatım boyunca neler yaptığım konusunda gelen sorunun temel merakı nedir onu öğrenmek isteği nüfuz ediyor bünyeye. Yani mesela bir yandan Hasankeyf’te yaptığım bir proje bana çok özel gelirken hemen yanına geçen yaz havuzda atmayı başardığım ters taklayı yazmak isterim gibi geliyor. Hani istemesem de birinin diğerinden daha üstün olduğunu ne belirler onu bilmek isterim sanki. Biraz abartıyorum olayın dramatikleşmesini engellemek için ama soru hala geçerli. Hangisini yazacağımı nerden bileceğim. Yok yok size hey adamım hayatım bir roman gibi o kadar çok şey yaptım ki nereden başlasaydım demiyorum. Ama belli ki hayat kağıt üstünde çok eğreti duruyor.

Bu krizim geçtikten sonra klasik insanları aferim aferim diyeceği birkaç şeyi seçip yazıyorum. O zevkle yaptığım işler o kadar bayağı geliyor ki. Sonra tabi ki bunları yaptığıma göre bir sebebi olmalı her birinin. Değil mi? Kendimi daha fazla tutamıyor, bir feryat yükseltiyorum yaradana. Allah kahretsin niye yaptım ben bunları niyeee! Tam o anda hemen o küçük beynim kendince sebepler uyduruyor tüm bu bilinçsizce yaptıklarıma. İşte kıta felsefesine olan merakım sebebiyle şunu yaparken diğer yandan analitik felsefeden kendimi soğutmamak için şunu yaptım, dediğim anda ok kad dar kom ik geliyor ki bi kahkaha patlatıyorum. Hadi ordan küçük serseri, o işi yaparken daha analitik felsefe ne onu bile bilmiyordun. Olsun yazalım. Seksi durdu.

Sonra yazdıklarımın tümünü sırayla okuyorum ve vaay be diyorum. Neler yapmışım. Hem de ne güzel yapmışım. Üstüne üstlük bir de hepsini çok iyi sıralamışım. Hatta tüm yaptıklarımın hakkıyla bilincine bile varmışım. Mışım.
Hani bunları derken bile görüyor olmalısınız ki –miş’li geçmiş zaman kullanıyorum ki kendisine hadi ordaan hikaaaye geçmiş zaman deriz. Aynen ööle hikaye geliyor. Ben de kendimi o hikayenin kurgusal bir kahramanı gibi görmeye başlıyorum. Hem de yaptıklarından utanan. Yani yalancılıktan.

Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad! Böloğğaaaad!

Velhasıl kelam çıktı ki ortaya, rastlantısal yaşıyoruz basbaya. Hayatımız ise geçmişte rastlantısal olarak yaptığımız şeylere sebepler uydurarak geçiyor. Kendimizi tanımayı bıraktım, tek amacımız, kendimizi tanıtmak için gelecek olan bir sonraki sen kimsin sorusuna hazırlanmak. O hazırlık bazen o kadar çekilmez oluyor ki kendimize eğlenceli uğraşlar buluyoruz. Mesela eyvah ya bir gün yine sen kimsin diye sorarlar diye korkup yahu en iyisi ben bir blog yazayım diyoruz. Sonra hey adamım o kadar karmaşık bi insanım ki ancak çok özneli bir yapı anlatır beni o yeah diorz. Sonra blog karşısına geçip birer birer neleri yaptığımızı nasıl yaptığımızı mantıklar uydurarak, bağlantılar kurarak ve inatla rastlantıdan uzaklaştırarak anlatıyoruz.
Bazen yazı oluyor Hıncal’ız diyoruz 5 yıllık sancılı koca bir süreci 1 gecelik farkındalığa indiriyoruz. Bazen yazı oluyor ben katilim diyor el kadar çocuğun eline mürekkepsiz kalem veriyoruz.

Faniiiiy!
Çok pis yazıyoruz abi!



.

25.11.07

Ben makinistim


Otobüse en erken binenlerden olduğum için istediğim yere oturma imkanına sahiptim. Kendi edimlerimin bir hikayeye konu olacak kadar değerli olduğunu düşünmediğim için, ben de diğerlerini izleme amacı ile en arkaya oturdum. Bir nevi ataletimi makul ve çekilir kılma çabası.
Kimileriniz varlığımdan haberdar değilsiniz.
Kimileriniz ise beni sadece, en arkada müzik dinleyip, kitap okuyarak kendini herşeyden-herkesten soyutlayan çocuk olarak hatırlıyorsunuz. Herzaman bir mesafe koyarak yaklaşırsınız bana, uğraşlarımı çok sınırlı ve değersiz bularak. Ama sandığınız kadar soyutlanmış değilim ne size ne dünyaya. Hayır, hayır merak etmeyin, burada kim olduğumu anlatmaya kalkışmıcam. Zaten denesem bile, başarabilir miyim bilmiyorum.

Otobüste konuşulanların üzerinde durmayı şimdilik gereksiz bularak sizin yüce izninizle ve tabi ki yazarın kurucu izniyle bana gelen bir mektubu paylaşmak istiyorum:

----------------------------------------------------------------------------------------------

Sevgili Yazar,

Bilirim seversiniz o şarkıyı ama ne sabahın dördü, ne de Aralık sonu… Siz ne durumdasınız hiç bilmiyorum ama ben çok iyiyim. Yıllardan sonra bir şeyleri sonlandırma fırsatını elde ettim araya girecek bir İstanbul olmadan. Haydarpaşa’dan İzmir’e doğru yola çıktım. Gidiyor muyum, dönüyor muyum, bilmiyorum. Ama birçok şeyin değiştiği kesin.

Aklımda kesik kesik parçalar var bize daha doğrusu hepimize dair. Ama onca anıdan sadece bize yani ikimize dair olanlar, hiçbir zaman üzerine konuşmayı rahatlıkla beceremeyeceğimiz parçalar. Yaşadığımız tonca eğlence ve muhabbetten sonra aklımızda kalanlar da hep bu konuşulmayanlar. Peki, neden şimdi bu mektubu size yazıyorum diye sorarsanız- ki eminim şu an şu satırları okurken zaten sormaktasınız- cevabını ben de bilmiyorum.

Ama bildiğim bazı şeyler var. Acıdır ki bu bildiklerim bile varsayımlar üzerine… Mesela hiçbir zaman beni anlayıp anlamadığınızı bilemedim. Ama biliyorum ki, her zaman bazı şeylerin farkında oldunuz. Benim her derdimi rahatlıkla anlatamadığımı en başından biliyordunuz ve teşekkür ederim hiçbir zaman benim yüzümü asık gördüğünüzde açıklamaya zorlamadınız. Diyorum ya varsayımlar üzerine, şimdi böyle düşünüyorum diyorum ama tüm bunları benim gibi düşündüğünüzü ifade edecek bir şey dahi yapmadınız. Hani cesaret edecek olsanız da, ben neden dinliyorsunuz, kimse konuşmuyor ki derdim... Önceleri düşününce acaba ben mi uyduruyorum diyordum. Ama şimdi trenin rayları beni yanıltmasın, hissediyorum.

Aradan geçen yıllardan sonra anlıyorum ki, benim için hep iyisini istediniz. Derdimin ne olduğunu bilmeden çözümü dilediniz. Bir de ikimizin de derdi yokmuş gibi davrandığımız zamanlarda zorlama beni güldürme çabalarınız… Canınız sağ olsun. Çok yaşayın.

İkimiz de biliyoruz ki, bazı noktalarda benzememiz bizi yakınlaştırmadı. Tam aksine, güçlü görünümümüz ve bağımsız yapımızın altında yatan çocuklar en çok da bu benzerlik sebebiyle korktular birbirlerinden. Sanki birimiz bir derdinden bahsetmeye başlar gibi yapsa, hemen ardı arkası gelmeyen dertleşme silsilesi gelecekmiş gibi korktuk ilk sözü almaktan. Sonuçta elimizde pek bir şey kalmadı bahsedecek. Ne size kazandığım aşklarımdan bahsedebildim, ne de zamansız kayıplarımdan. Belki birer kelimeyle geçiştirdik o konuların bahsini, sırf aynı zamanda aynı mekanda yaşadığımız belli olsun diye. O kadar rahattı ki, hiç üzerine varmadık.

İşin eğlenceli tarafı yok muydu peki bu paylaşımsızlıkta? Olmaz mı… Sonradan bu yazınızı okuyunca fark ettim ki benim en sık dinlediğim parçalardan yola çıkarak benimle ilgili hikayeler yazmışsınız. Bu hikayelerden sadece tren ile ilgili olanı bilebileceğim. Ama sonra bana anlatacaksınız ki bu hikayenin kaynağı başka bir şarkıymış. Ben, uzun süredir “orda bilinecek ne var” diye sorduğum için, siz dayanamamışsınız, o illet herifi tanımasanız da, kafanızdan bana uygun bir erkek yaratmışsınız ve “bu, neyse odur” dedirtmişsiniz. Onu benle yalnız bırakmış, halis bir basitliği tahayyül etmeye çalışmışsınız. Bilmezdim ki, ben size yaşadıklarıma dair hiçbir şey anlatmaz iken dahi siz benim ne yaşamış olabileceğimi düşünerek beni umursarmışsınız. Ha beni bundan mahrum etmenize kızıyor muyum? Hiçbir zaman cevap veremeyeceğim bir soru olacak bu.

Tüm bunları bu şekilde yazınca önemsiz bir arkadaşlık gibi dursa da aslında benim için öneminizi hiçbir zaman yadsıyamadım. Ve biliyorum ki, bir sorsam hakkımda ne düşündüğünüzü, eminim çok üst sıralara yerleştirdiniz beni. Ve bildiğim bir şey varsa o da bana sadece ve sadece bir dost gibi baktınız, her zaman dostça yaklaşmasanız da…

Bilemeyeceğimiz çok şey var dedim ya, belki mektubu da bu bilinmeyenlerle noktalamak uygun düştü. Aramızdaki mesafe nereden çıktı? İlk tanıştığımızda zaten halihazırda var mıydı? Yukarıda bahsettiğim durumun kendisi miydi aramızdaki mesafeyi koruyan? Yoksa biz bu dostlukta mesafenin kendisini mi sevdik? Sakın cevaplamaya kalkmayın.

Dostluk dediğimiz şey bir sürü bilinmeyenlerden oluşan bir mesafeydi. Değil mi? Öyle olsa ya! Evet öyle olsun ve bu son mektubum tüm bunları dile getirerek bir yandan aramızdaki en büyük mesafeyi yıkarken, diğer yandan son olmasından kaynaklanan bir mesafe koysun. Artık, istesek de aşamayacağımız bir mesafe. Bir son. Ve Tanrı yardımcımız olsun, bu dostluk daim olsun.
Elveda

İmza

----------------------------------------------------------------------------------------------

Şimdi bu mektubu camdan dışarı bakarak kendi kendime okurken ortak sevdiğimiz parçaları dinliyorum. (çünkü aslında sadece müzik dinleyip birşeyler okuduğum için bunları size anlatıyor olamam zaten) Bu parçalardan birini seçip kafamdan bir hikaye yazıyorum. Ve onu çirkin bir kompartımanda bu mektubu yazarken tahayyül ediyorum. Hayatının anlamı olan kişiye en sonunda vardığını düşünerek. Aynı onun tahmin ettiği gibi, hiç ona ifade etmesem de bu otobüste bunca yolcu ile konuşmak yerine, bir trende olmayı düşleyerek.

Ben makinistim. Varmak istediğin yere götürmekti tek isteğim.

19.11.07

Ben mahkumum

Şarlatanın konuşmasından sonra onlardan biri bana dönüp konuşmaya başladı. En sevmediğim şeydir böyle zorunluluktan kurulan muhabbetler ama... İlk önce kafa sallayıp geçiştirmeyi düşünüyordum. Baştan ciddiye alamasam da zamanla dikkatimi çekip beni şaşırtmayı başardı.

“Tamam, melankoliye doğal bir eğilimiz var. Ama nereden kaynaklanıyor bu eğilim? Sorunun temelinde bu var bence.”

Bla bla bla, şu şöyle bu böyle, BENCE. Sonuna bence eklemesen olmaz zaten. Kimseden yeni açılımlar beklemiyorum ama bazen dinlemek bile yorucu olabiliyor. Bilmem diyerek geçiştirdim. İlgilenmediğim çok anlaşılmasın diye bir iki basmakalıp cümle sarfedecek oldum ki sustum.

“ Nedenini şöyle söyleyeyim. Melankoliye olan eğilimimizin temelinde mükemmeliyetçi yapımız var. İnsan hayatında, tatmin bir halin hakim olduğu mutlu zamanlar azdır. Onlar da genellikle belirli bir mutsuzluğun ardından gelen ve değeri eksikliği ile anlaşılan farkındalıklardır. Aslında büyük bir yer işgal etmez insanın hayatında ama o an ki perspektif gereği değerli görünürler. Hayata renk katarlar. Fakat, uzun sürmez bu halimiz, en sonunda tekrar durumu kabullenmişlikle baş başa kalır insan?”

Hangi durumu? Bana böyle belgesel anlatır gibi hayattan bahsetme.

“ Kabul ettiğimiz şey, şu anki durumumuzun en iyisi olmadığıdır... Dolayısıyla memnuniyet seviyesi ne olursa olsun aklın bir köşesinde daha iyi olabilir miyim sorusu bir gece bekçisi gibi elinde düdükle bekler. Neye göre daha iyi, hangi konuda daha iyi, bunların hiçbirini bilemeyiz. Konusu yoktur o anki memnuniyetsizliğin. Neyin daha iyi olması gerektiğini, hatta bu iyileşmenin gerekli olup olmadığını dahi bilemeyiz.
Aslında bu tatminsizlik suni bir yaptırımdır insanın kendi üzerinde uyguladığı. Zira değişmek kolay değildir ama hayatın her anında değişmek elzem gelir. İnsanın bilinçli olarak kendini değiştirmesi ince bir buz tabakasında tango yapmasına benzer. Ne kadar artistik olsa da en ıslak ve en eski haline geri dönmeye mahkumdur. Bu yüzden, kolay değildir; kendini değiştirmek için bu değişime bağlı bir şeyler atfetmelidir insan. Dahası radikal değişimler ancak radikal kararların sonucunda çıkabilir.”


Pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. İnsan kişisel tarihinde yaşadığı değişimleri fark etmeyebilir, değil mi?

“Evet. Ama bazen değişimin olacağına dair inanç o kadar azdır ki, ve değiştirilmesi gerekenler o kadar çoktur ki, bir gerçeklik kaymasına ihtiyaç duyar insan. Hani kimilerimiz bir anda sebepsiz depresyona sokar kendini, kimilerimiz ise kendi içindeki fırtınaları sığ görür de gözünü sevmeye karartır, hayatın varoluşsal sebeplerini bir kişiye bağlar…”

Haklısın. Bazen tek istediğim dışarıdan bir gücün beni havaya kaldırıp tüm gücüyle yere çalması. Binlerce parçaya bölünmek isterim. Bazı parçalarımı kaybetmek, yerlerine yenilerini koymak bazen, bulamayınca taşla toprakla sıvamak isterim. Yıllardır böyle süregelmez mi insanın kişisel gelişimi, kendimizi tekrar tekrar yaratma süreci.

“Çevrene bir bak. Sonbahar modeli, dökülen yapraklar, ağır tempolu şarkılar, kimse beni anlamıyooo tripleri. Biz ergenlikte bıraktık sanmıştık bu halleri. Doğru ama birçoklarımızın için çok yeni, bir o kadar da eski. Çünkü her zaman böyle olmuş bazı insanlar için değişim, metodolojik bir değişime gereksinim duyulmamış. O insanları bir düşünsene, onları değiştirecek bu dışarıdan gelecek güç ne olabilir? Tabi ki böyle bir şey olmadığı için kendileri yaratıyorlar zorluklarını. Ama o kadar korkak ve kaybedeceklerini o kadar umursayacak kadar çaresizler ki onca seçenek arasından gelecek tehlikelerden en hafifini seçiyorlar. Bir şekilde aşık olmayı umuyorlar. Birine herşeyini verebilecek kadar sevmeyi, karşılığını alamamayı, alsa da tatmin olmamayı dolayısıyla daha çok vermek istemeyi ve verecek bir şeyi kalmayana kadar kendilerini tüketmek istiyorlar. Ah liselim… Bu tükenme ile uzun zaman boyunca şişire şişire patlatamadıkları özgüvenlerini sıfırlayıp, işe baştan koyulmayı seviyorlar. Karşılarındaki insanlar ise yazık durumdan habersiz şaşkın bir ördek gibi izliyor bu olanlar. Bazen bu karşımızdaki tanımadığımız biri oluyor, bazen otobüsteki biri, bazen karşımızdaki.”

Tamam ama bu anlattıkların çok genç işi geldi bana. 28 yaşıma bastım artık bu kadar basit kandıramıyorum kendimi. Özellikle bunların farkında iken bunlara kendimi kaptırmam imkansız gibi. Yani rüya görmeyi umarak uykuya dalmaya çalışmak gibi bir şey. Belki yine içimdeki kasırgalar bir şeyleri yıkmak için uğraşacak, belki bir melankoli krizi belki yeni bir aşk. Ama önceki deneyimlerimde yaşadığım kendimi yaratma süreçlerinden o kadar beklenmedik şekilde güçlenerek çıktım ki kolay olmuyor artık o duvarları yıkmak. Bu sefer değil benle ilgili, hiç beklenmedik bir zorluk çıkması gerek hayatıma.
Bunları söyledikten sonra muhabbetin bu kadar içine girmiş olmaktan dolayı hafif bir pişmanlık yaşamadım değil. Sadece dayanamadım. Nasıl bu kadar basite indirgeyebiliyordu ki?

“ Peki bu senden kaynaklanmayan bir değişim için sana ait olan herşeyi terk edip gitmeye ne dersin?”

Güldüm.
Terk edip gitmek mi? Şu an içinde bulunduğumuz otobüs nereden yola çıktı sanıyorsun? Ya da bu ilk terk edişim mi? Bilmiyorsun ki zamanında bir değil iki değil üç oldu, topraklara düştüm. Yola çıktım, uzaklara gittim, yolun nereye götüreceğini bilemeden sadece yolun bir yere götürdüğünü umarak. Kendimi aradım, hem de yalnız. Yanıma geldiğim yerden tek bir parça bile almadan. Tanrı oldum kendimi baştan yarattım, çok şey yaşadım dedim; der demez beter dibe battım. Dibi gördüm oradan sıçradım. O kadar yürüdüm ki Galile’yi unuttum. Yine başladığım noktaya geri döndüm. Herşey eskisi gibi hiç yol kat edilmemiş gibi. Belki daha güçlü belki daha gerçek. Tam da bu sebepten daha çekilmez. Anladım ki, ben kendime mahkumum.

Evet. Ben mahkumum. Hem de kendime.

Derken mırıldanmaya başladım o neşeli şarkıyı.

Götürün beni dünyanın bir ucuna,
Götürün beni harikalar diyarına,
Bana öyle geliyor ki keder,
Daha az acı verecektir güneşte.

“ Valla birader, bu bahsettiğin şeyleri çok şiirsel buldum. Git bir yerlere yaz yayınlasınlar ya da ne bileyim bir blog tut, okusun bir havuç tavşan. Ama insanın kendisine mahkum olması için elinde ayrı bir özü olan bir kendisi ve bir de benliği olması gerekir. Bunun ayrımını yapmak bu kadar kolay mı sence? Belki insanın varoluşunun özüdür bu perspektif değişmesi. Bir yandan değişimi zorunlu kılıyoruz, yeni bir benlik oluşturuyoruz. Diğer yandan orijini değişerek oluşan yeni benlik geçmişte yaşanan bu değişimi değersiz görmek zorunda kalıyor. Çünkü kendi orijininden bakınca bu değişimin varoluşundaki etkisi ya da önemi görünemeyecek kadar az gibi beliriyor. Dolayısıyla eski değişimin değersizliğinden oluşan boşluklarla yeni değişimlere yer açıyor bu sefer bambaşka ufuklara yelken açıyor. Yepyeni değişimleri zorunlu kılmak için…”

Ne diyebilirim ki? Hemen kabullenemiyorum bu söylediklerini. En azından, şu anki benliğimin orijinine göre… Ama şimdi anlıyorum. Hani zaman beş yıl önce oluyor, yirmili yaşların başları, yeri geliyor, dostlar meclisinde muhabbet oluyor. Konu ergenlik bunalımını yirmilere çıkaran zihniyeti eleştirmeye gidiyor… kimse beni anlamıyooo triplerini bağlayan zatlar, sarkastik üslubumuza maruz kalıp çöp oluyor. Bu sayede hepimizin mevcut dertleri ya da dertleri algılayış şekli daha değerli görülüyor. Ama şimdi o zamanlara tekrar bakıyorum ve o yapılan değerlendirmelerde yüceltilen “hayatımla bir derdim var ama derdim beni kendime mahkum etmiş” tripleri de hepsinden daha leş duruyor.
Ah sizi küçük şeytanlar yoksa melankolinize ilaç olacağımı mı sandınız...
Ah seni özne!
Ve senin küçük orijinin…

13.11.07

Ben şarlatanım


Açık konuşmak gerekirse, beni buraya ilk çağırdığınızda, durumu çok saçma bulmuştum. Ama gelişim emri vaki oldu zira kendisi biraz bahsetmiş benden son yazısında. Ama ne gibi katkım olabilirdi ki sizin yazarı anlama çabanızda? Kurgusal olarak yarattığınız bu dünyada, ne otobüsün kendisiyim ne de içindekilerden biri. Ukalalık olmasın ama apayrı bir üstyapıyım şekillendiren sizi. Yazının ta kendisi. Hepinizi kandırabilir ama beni kandıramaz. Hatta kandırmak istemez. Tam da bu sebeple beni işe aldı zaten. Benle uğraşarak, bana gelme nedenini keşfedecekti. Ben kim miyim?

Ben şarlatanım.
Ama o beni bir psikolog sanıyor.

Yine de atalardan kalma bir ruhbilim bilgisi var bende. Eğitimini almamış olabilirim ama iyi bakarım, baktım mı anlarım. Bu sebeple, nasıl bir faydam dokunur okurlara diye düşünürken bir iki araştırma yaptım. Fark ettim ki, çok karışık duygulara meydan vermiş buradaki çok özneli yapı. Bazılarımız “onlardan biri” olduğunun farkına varmış ve bu birlik duygusu yaratan “onlar” aidiyetini hoş bulmuş. Kelimelerden üretilebilecek sonsuz kombinasyonlar arasından yenisini üretmekle uğraşmak yerine, bu saçma paragraflarla özdeşleştirmiş kendini. Bazılarımız ise bu konuların üzerine pek düşünmemiş olsa da yazıyı benimseyerek o durumu sahiplenir olmuş. Bir nevi kendini olmadığı gibi gösterme çabası işte. Sonuç olarak görüyorum ki, sizler onlara, onlar yazara geçiyor. İpin ucunu yaktık ateş devam ediyor. Sana, bana, ona, buna kuvvet veriyor.

Ha öyle, ha böyle çıktı ki ortaya, yazıdaki her yalanın bahsi dahi öznedeki sahteliği vuruyor insanların suratına. Bakın yıllar önce hastamız, yani bu yazar, özel bir defterinde ne demiş bu konu hakkında:
“ Yazmaktan korkuyorum. Hayır, ne çok karmaşık yapım olduğu için kendimi ifade edememekten ne de yazdıktan sonra fikirlerimi değersiz bulacağımdan kaynaklanıyor… Sanırım, sadece, yazarken kendimle baş başa kalmaktan korkuyorum.”
Durun hemen alkışlamayın. Ben de beğendim, ama şöyle devam etmiş ertesi gün.
“Şu hale bak, ne kadar yalan bir cümle. Yazmaktan korkmamın sebebiyle ilgisi yok. Tamamen, birisi ileride neden çok yazı yazamadın diye sorarsa, havalı bir cevap vermek için sanki. İşte yazmaktan korkmamın asıl sebebi bu zaten. Korkuyorum çünkü yazarken, kendime karşı dürüst olup olamayacağımı kestiremiyorum.”

Size çok yabacı gelmemiş olması gerekir. Görüyorum ki yazar daha önce de yazma sebebini düşüncelerini düzenlemek ve yerleştirmek olarak açıklamış. Hep bir kendini olmak istediği gibi yansıtma uğraşları…

Peki, bu sevimli yazarı bu durumundan dolayı suçlayabilir miyiz? Samimi değil mi yoksa yazdıklarında? Öznesizliğinden dem vuruyor diye çoktan ölümü ilan edilmişse, bu sahtelikler için psikosomatik semptomlar mı demeliyiz? Ben şimdilik reçete yazmak yerine, bu durumun yazarın bilincinde nasıl cereyan ettiğinden bahsedeceğim.

Dün bu saatlerde, yazar daha önceden kafasında kurduğu bir yazı yazmak üzere daktilosunun başına oturdu. IU kupasında kahvesi, fonda dinlendirici müziği, salıvermiş o meşhur bilincinin tüm dizginlerini… Geçen haftanın özensiz avukatına karşı bu sefer hem zengin hem de içerikli bir şeyler yazmaya kararlıydı. Zaten bakıyordu, son iki yazıda hakim olan ağır ve hüzünlü hava onun karakterine pek uymuyordu. Ne yapmalı, ne etmeli, bir şeytanlık, bir oyunbazlık. Yoksa (varsa) yine sarkastik bombastik üslubuna geri dönüp biraz göze biraz da gülümsemeye hazır dudaklara mı hitap etmeliydi.
N.Ş.İ serebral kas gevşeten bir yazı çıkması gerekirken, noolduysa üstüne bir Şarl havası kuruldu. Bir saatten uzun bir süre boyunca birbirinden kopuk onlarca satır döküldü durdu. Ama olmadı, maya “tutmadı”.
O sırada bilincinin terasına doğru çıkan bir farkındalıkla sarsıldı. Geçen haftaki avukat inanmadığımız şeyleri savunmak için yazının içine bütünlüksel ve tutarlı materyeller katarak nasıl kendimizi inandırdığımızdan bahsetmemiş miydi? Evet, biraz hakkı vardı. Ama oradaki mevzu bahis paper tarzı zorunlu meşgaleler değil miydi? Hani pragmatik sebepler içeren.

Peki şimdi neden aynı şekilde olmadığı gibi davranmaya zorluyordu kendisini? Hayır seni maymun, son haftalarda çok fazla paper yazmaya alıştığı için değil tabi ki… Demek ki yazmanın da pragmatik bir yanı vardı. Yani benim pragmatik bir yanım var. Nasıl mı?

Yazarken kendimizi nasıl şekillendirdiğimizin farkında mıyız? Hani o anki manevi durumumuzun farkında olsak da, yazma şeklimiz üzerinde etkisi olacağını bilsek de; sözde çılgınca bir şey yaparmış gibi -yani sprite içip havuza atlamak gibi çılgın- bu etkileri bertaraf edecek formlara sokarız kendimizi. Özellikle de başkalarının okuyacağını bildiğimiz için bu durumu(sebepsiz sıkıntı diyelim ki herkese uysun) kabullenmememizin ve dahası mücadele etmemizin en büyük dayanağı olur bu şekilde yansıtmak kendimizi. Sebebini bilmediğimiz hüznümüzü örten bir sırıtıklık kaplar yazıdaki yüzümüzü ve dahası olmadığımız kadar neşeli ve komik bir hale sokarız auramızı. En depresif günlerimiz, en uçuk şeylerle çevremize winnie the pooh etkisi yarattığımız günlerdir. Nasolsa gerçek hayatta saklayamayacağımız yüz ifadelerimiz, dalıp gitmelerimiz, sessizce bir köşeye çekilmelerimiz fark edilemeyecektir yazıda. Hele ki sonuna bir de : ) koyduk mu, ooh gelsin şenlikler gitsin kahkahalar.
Eminim bu durumu daha iyi ifade edenler olmuştur. Ama ne demek istediğimi anladığınızı varsayıyorum.

Tam da bu şekilde bir yazı yazacakken, bunu yazmakta zorlanışını düşündü yazar. Tabi ki, istese bitirirdi o yazıyı. Ama avukat bir kere fırlamıştı yerinden, aklına gelince kolay olmadı kendini ikna edebilmesi. Baksanıza, bir önceki yazısı resmen şekillendirmişti kendisini. Aynı daha önceleri kendisini iyi, güzel ve mutlu olarak şekillendirdiği gibi…

Kabul edelim şimdi. Var tabi ki yazmanın insanı mevcut durumundan çekip alabilecek özelliği. Bu şekillendirme neden kötü algılanmalı ki. Hepimiz yazarız hayallerimizi çünkü çok hayal görünmektedirler bize bir o kadar da uzak, yazarken ellerimize alınca tekrar inanabiliriz belki. Bazen de yazının konusu tutkular, duygular, aşklardır; çünkü yazı dışında ifadeleri zor ya da imkansızdır. Özgürlüktür bazen yazı çünkü yoktur varoluşun başka çıkış kapısı.

Şimdi ikiyüzlülükle suçlamadan, şizofrenik saptamalar yapmadan, şu çocuğun haline bir baksanıza. İstemez miydi o da yazı yoluyla rahatlamayı ya da kendine yeni bir dünya yaratıp içinde koşturup oynamayı. Fakat gün oldu, ruh doldu. Ne kadar şekillendirmeye çalıştıysa da başaramadı. Belki düşündüğü gibi yazsa çok neşeli olacaktı ama birden diğer penceredeki spleen spleen bakan bodleri fark etti. Onu çıkarsa aklından, bir sonraki pencereden Léo Ferré’nin solitudü gelecekti. Peki madem yazacaktı, neden ısrarla dinlemekteydi daha iğnesi yeni kırılan pikabından jak brel nağmelerini. Ya da aklına gelen konular neden hep dışarıda sağanak yağan yağmurda ıslanıp temizlenen ruhlarla ilgiliydi. Hele, hele tüm gece ziGuroZ videolarını izlemek de nesin nesiydi?

Demek ki, bazen olmuyor. Yazı çare bulmuyor. Bana yani psikolog sandığı şarlatana ise teşhisi koymak kalıyor: Angoisse.

Herkesin derin bir oooh çektiğini fark ettim. Teşhis konunca gelen bir rahatlama. Ama durun hemen inanmayın. Zaten geri alıyorum lafımı. Dün olsa belki doğru olurdu bu tespit çünkü düne mahsus bir ruh haliydi. Bugün bu yazıyı yazarken yerimde olsa yazar diyecekti ki: “iyi de baksana şu cıvıklığa ne hüzün var ne melankoli. Nereden çıkarıyorsunuz bu kendini iyileştirme emellerini. O eski haaalimden eser yok şimdi. Bugün hem zindeyim hem de keyifli. Zaten eğer dikkatli okuduysanız, bu yazıda göremezsiniz o angoisse denen iti.


Ne diyebilirim ki? Haklı. Ne son zamanlarda aklını meşgul eden bir derdi var ne de yazı dışında ifadesinin sınırlı olduğu bir duygu seli… Peki bir insan nasıl olur da dertsiz tasasız başım diye sevinirken, rahat ve neşeli bir yazı yazmakta zorlanır. Dahası sorarım: neden, şimdi, yani bir gün geçtikten sonra bile hiçbir şey olmamış gibi davranıp bu bahsettiğim yazıyı yazmak yerine bu durumun getirdiklerini tartışıyorum. Madem böyle bir durum geçiciydi, getirdiklerinden bahsetmenin amacı neydi. Merak ederim, dertsiz başa dert açmanın sebebini.

Biliyorum.
Melankoliye doğal bir eğilimimiz var.

7.11.07

Ben avukatım


Üzerime düşen sorumlulukları tam anlamıyla yerine getiremeyeceğimi anladığım zamanlar, yerine getirmiş gibi davranarak icraatın kendi değerinden değil sırf eyleyeninin sert ve şaşmaz duruşunda kaynaklanan bir bütünlük sergilerim. Hani her gün bir sonrakine bırakarak son gününe kadar ertelediğimiz bir paperı yazmak için gerekli araştırmayı yapmaya üşenmişizdir. Aklımıza konu gelmez, gelen konu tatmin etmez. Ama artık son gecedir, bir şeyler yazılması gerekir. O yüzden aklımıza gelen fikirlerden birine tutunur, üzerine ufak bir egzersiz yapar, hemen yazmaya koyuluruz.

Bu durumlarda bana öyle geliyor ki yazarken her anımda, baştan savma ve derinlikten yoksun bir yazı yazdığımın farkında olarak sahte bir bilinç düzeyiyle aklıma gelenleri aktarıyorum. Başlarda ilerlemek çok zor oluyor çünkü sürekli bir yanım hatırlatıyor bana aslında yaptığım ya da ürettiğimi varsaydığım argümanın değersizliğini. Ama kelimeler döküldükçe sanki satırlar patır patır sayfaya değil bilincimin bu huysuz yanının üzerine düşüyor. Gittikçe aşağılara gömülüyor zavallı. Paperın sonlarına doğru gelince ise pek az hatırlar oluyorum bu durumu. Zaten son noktayı koyduktan sonra amacım değişiyor. Nasıl daha iyi yazarım ya da yazabilirdim değil, nasıl bu yazdıklarımı daha kolay savunulabilir bir hale getirebilirim diye düşünmeye başlıyorum. İşte o anda eleştirel olduğunu sandığım beynim sanki anesteziye kurban gidiyor ve dolayısıyla inanmadığım, değersizliğinin farkında olduğum bir fikri savunmak için yazı içindeki tutarsızlıkları ve bütünlüğündeki eksikliklerini kapatmaya çalışıyorum.

Durun, durun bu kadar kolay mı sandınız. Yazma pratiğinden önce gelen bir bilinç değişikliğinden söz ediyoruz burada. Başkaları karşımızdayken inanmadığımız değerleri savunur durumda bulabiliriz kendimizi. Peki kendimizle baş başa ve tüm kısıtlayıcı bağlamlardan uzakken nasıl olur da bunu başarabiliriz ki. Yani inanmadığımı bildiğim ve inanıyormuş gibi yapma zorunluluğum olmayan bir şeyi nasıl savunabilirim?

Çok basit. Paperın iyi olduğunu başkalarına inandırmak için öncelikle kendimi inandırmalıyım. Nasıl mı?
Henüz yazmaya başlamadan önce tüm sivri yanlarımın törpülenmiş olduğu bir anı bekliyorum. O anda tüm o satırları yazacak olan özneyi karşıma alıyorum… Benden bağımsız o özneyi.
İlk hamleyi o yapıyor. En zayıf yerimden vuruyor. Pragmatik değerini anlatıyor bana çirkef bir surat ifadesiyle. Bilmiş bilmiş tavırlarla cam kenarındaki mermere yaslanmış… Bak diyor vakit kalmadı sıfır almaktan daha iyidir. Yaz bir paper gitsin ne paperlar yazdın hangisi değerinden dolayı taçlandırıldı ki bunu da aynı özenle yazasın. Ayrıca, bu konu gerçekten de ilgini çekmiş olsa zaten araştırırdın, düşünürdün, günler öncesinden ürettiğini varsaydığın bir fikir üzerine yazardın.

Off! Çok haklı. Yumuşak karnıma gelen bu darbeye karşı, diğer zayıf tarafımı sürüyorum ringe. Tamam, haklısın ama sen mükemmeliyetçiliğinden taviz vermezsin, iyi ya da vasat bir paper çıkacağına hiç çıkmasın. İstersen konuş hocayla, 1 gün daha zaman iste daha iyi düşün biraz daha araştır içine sinen bir paper yaz. Güya bilgi üretimi yapıyorsun bu şekilde sorumluluk üzerimden gitsin mantığıyla olmaz ki.
İşte bu durumda ikimiz de fazla direnemiyoruz. Açıyorum kitapları biraz daha okuyorum. Ama içten içe de biliyorum olmayacak. Tek yaptığım mükemmeliyetçi yanımın kafasını okşayıp sırtını sıvazladıktan sonra biraz uğraşıyormuş gibi yaparak emek harcadığımı belirtmek ve dolayısıyla kendimi inandırmayı kolaylaştırmak.
Kitabı kapatıyorum. Yazacağım konu şudur diyorum. Ve gerisi kendimi inandırma teşebbüsleri ile geçen sayfalardan sonra zaferle sonlanan bir sonuç paragrafı. Kendimi kandırmayı başarıyorum. Hatta o kadar iyi kandırıyorum ki, paper iyi bir sonuç ama yanında bir iki eleştiri ile elime gelince küstahça kafamı sallıyorum. Anlattıklarımı anlamamış Hoca, ya da o kadar derin bir konuya girmişim ki kendimi iyi ifade edememişim. Hah seni küçük aptal! Ne oldu da bu kadar inanır hale geldin, yalandan yazdıklarına?

Oda hezimet kokuyor… Savaş sonrası bir boşluk. Mohaç’a nispet 22 dakikada düşman alt edilmiş sanki. Tek bir ağızdan konuşan, tutarlılık ve bütünlüğe sahip tek bir özne kalmış bu vasıfsız çabanın ardından. Bir tek ben kaldım. Kim olduğumu anlamış olmalısınız.

Ben avukatım.

Olay neymiş, gerçekte ne olmuş ilgilenmem. Paramı alırım, davama bakarım. Ne şeytanın avukatı kadar karizmatik bir duruşum vardır ne de gerçeklerin peşinde koşan körpeler gibi idealist bir yapım. Davamı kabul eder etmez, müvekkilimle tek vücut olurum. Özneler ayrımını ortadan kaldırırım. Önce bırakırım sorgu teçhizatlarımı, müvekkilim beni inandırır. Sonra da ben herşeyi gören olur, hakimi inandırırım. Hı-hımm, fena sayılmam işimde, birçok başarılara imza attım.

Ama sadece bir insanı kandıramadım. Çünkü o, Şşşş!

Şu an hissediyorum. O insan konuşmak için can atıyor. Ama istemiyorum. Bu yazı burada sonlanacak. Bu haftaki sorumluluklarımı geçiştirip, bu yazıyı baştan savma yazmaya o kadar niyetliyim ki, o kandıramadığım insanı bu sahte ve değersiz satırlarda harcayamayacağım.
Sahte ve değersiz satırlar mı? Aman Tanrım, ne biçim avukatım! Yazının sonu geldi daha kendimi bile inandıramamışım…

1.11.07

Ben katilim




hayatımdaki herşeyin benim adıma başkaları tarafından belirlenmiş olmasını çok seviyorum. şaşıracaksınız ama kendimi çok özgür hissediyorum. gerçi şimdi bunu söylemem doğru olmaz çünkü özgürlüğün ne olduğunu daha sonra anlayacağım. şu an sadece önüme sunulan hayatı tecrübe etmek için yaratılmışım. elime kıpkırmızı bir elma aldığımda tam ısıracakken onun hüznünü ve durumu kabullenmişliğini gördükçe, farkımızı anlayıp, kendi halime seviniyorum.
daha ne güneşler göreceğim.

ama son zamanlarda bir sıkıntım var. belirli belirsiz kendini gösteriyor. sanırım buldum. evet, evet, kendimi özel hissediyorum. ama nedenini bilmiyorum. çünkü nedenini bilebilecek kadar gelişmiş bir bilincim yok. herkes öyle diyorsa öyledir diyorum. zaten aklım özel olmanın ne olduğunu sorgulamaya değil, insanların bu suçlamayı yaparken neden bu kadar zevk alıp benim için güzel bişi yapmışlar gibi sırıtmalarının sebeplerini anlamaya çalışıyor. lafa zeki, terbiyeli, esprili, yaratıcı gibi yığınla güzel söz söyleyerek başlayan kalın derililer neden en sonunda beni aşağılamaya ihtiyaç duyar ki? itiraz mı etsem? bu haksızlık değil mi? alay etseniz, beter ederim. küfür etseniz, cevap veririm. peki, bu şerefsizce ama usulca ve ince ince yaralama yoluna neden başvuruyorsunuz? biliyorum, tek amacınız beni kızdırmak ve aksini yani özel olmadığımı ispat etmeye çalışmamı sağlamak.

bunu fark etmem uzun zaman almadı. zaten o zamandan beri hakkımda konuşulanlara hiç sevinemiyorum. gururumu okşayacak söz öbekleri yan yana gelince içimi kaplayan mutluluğun tadına tam varacağım an, arkasından bu sıfatın geleceğini bildiğim için bir anda sessizleşiyorum. ve bazen lafın oraya gelmesini beklemeden tüm o güzel sözleri iltifatları daha henüz başında ikiyüzlüce reddediyorum. hatta inansınlar, diye türlü uçarılıklara girişerek öyle olmadığımı kanıtlamaya çalışıyorum. ama nedense herkes bir olmuş da aynı şey düşünüyormuş gibi geliyor. ister istemez kabul ediyorum.
kendimi özel hissediyorum.
üzülüyorum.

işte bu kabulden beri onlara yabancı hisseder oldum. ilk defa ben onlardan ayrıldım sanki. böyle olmadığımı bilsem de bazen sanki doğru dürüst onlara ayak uyduramıyorum. napiim? kenara geçip, izliyorum. her seferinde gözüm olanları farklı görmeye başlıyor. bazen içlerinden birinin birden bayıldığı geliyor gözümün önüne. herkes şaşkınlıkla bakarken yanına koşup diz çöküyorum. ellerimin arasına aldığım başını okşuyor ve sevgimle sevdiğimi sandığım kızı hayata döndürüyorum. yüreğime dolan sevgi her kalp atışımda kanıma öyle bir karışıyor ki tüm damarlarımda dolaştıktan sonra, çıkış kapısı olan ellerime ulaşmadan önce boğazımda toplanmaları uzun zaman alıyor. yeterince güçlenip dışarı hücum edince, ellerimden fışkıran sevgimi engelsizce ona veriyorum. öyle karşılıksız bir sevgi ki onun kim olduğunu dahi bilmiyorum. içimden umarım hayata döndükten sonra hiç görüşmeyiz diyorum. gerçekliğe döndüğümde ise hala hayalden kalan
bir düğüm oluyor boğazımda.

bunun hayal olduğunu, fiziki dünyaya ait olmayan bir durum olduğunu bilmeme rağmen tüm fizik kurallarını altüst edecek şekilde niteliksel olarak kalbimde bir hafifleşme hissediyorum. kenara geçip onları izlemeye başladığım zaman 19 kilogram olan kalbim, 18,79 kilograma iniyor sanki. bunun gibi onlarca hikaye yaratıyorum kafamda. bir yürek dolusu sevgimi nasıl boşaltacağımı bilemez gibi herkese sunmak istiyorum. sokaktaki dilenci çocukla ucuz kebapçıya gidip karnımızı doyururken konudan konuya geçerek saatlerce konuşmak istiyorum. ne kadar şanslı olduğumu bilmenin verdiği suçluluk duygusu ve acı ile ona dayanması gerektiğini belirtip, bir gün bu acıların geçeceği konusunda telkinde bulunuyorum. en kötüsü ise, gerçek hayatta yaşadığım tüm güzelliklerin dahi bu imgesel avutmaya eşdeğer olamayacağını hissediyorum. ve hayatını kurtardığım insandan sonra dilenci çocukla da vedalaşıyorum.

peki neden hep bi veda? aslında cevabını siz de biliyorsunuz. baksanıza, şu anda bu satırları yazarken, sanki böyleymişim gibi aktararak kurduğum hayal bile kardeşimin odaya girmesi ile bir anda dağılıyor. ama hayal gücü benim değil mi, istersem tekrar hayalini kurabilirim. neden yapamıyorum? çünkü her uyandığımda, gerçek dünyada bu hayali gerçekleştiremeyeceğim gerçeğini görüyorum. o kadar acı ki… her seferinde, gözlerim dalmış, kendi dünyamda kahramanlıktan kahramanlığa koşarken, bir şekilde uyanıyorum. hayal bitiyor, o da ölüyor. içinde yaşadığım gerçeklikte aktarmaya fırsat bulamadığım sevgimi hayallerimde cömertçe insanlığın kullanımına sunduktan sonra, her uyandığımda, istemeden de olsa, hayalin bitmesi ile birini öldürmüş oluyorum. her öldürdüğüm kişiyle yüreğim 21gram daha hafifliyor. hafiflerken ise hiçbir suçluluk duymuyorum.

Ben katilim. hem de hapishaneye atılamayacak kadar küçük bir katil…

ama suçluluk duymasam da, üzülüyorum. hayallerimde yaşadığım bu paylaşımların, gerisin geriye terli döndüğüm gerçeklikte hiç bir yeri olmadığını düşünüyorum. belki de bu sebeple, gerçek hayatta, dilenci bir çocuk gördüğümde ondan sevgimi mahrum ediyorum. dahası vermek istesem dahi sevgimi iletemeyeceğimi, iletebilsem de onun reddedeceğini düşünüyorum. söz konusu gerçek dünya olduğu zaman herşey karmaşık ve bir o kadar da sabit. diğer yandan hayallerimin geçiciliği o kadar yadsınamaz ki; kendi kendime, bu gerçek dünya içinde yaşamak zorunda oluşumun saçmalığına gülüyorum. ve yaşamak zorunda olduğumu fark ettiğim ve bu duruma güldüğüm için, daha da gülmek istiyorum. daha da gülmek için hayatta varolan onlarca güzel şeyleri düşünüyorum. dönüp kendime bakıyorum, o kadar güzel şeye sahibim ki… mutlu oluyorum.
hem de gerçek dünya içinde mutlu oluyorum.
inanılması güç değil mi?

ama aniden bir şey oluyor. herşey mutlu mesut giderken uyuşturucu bir etkiye kapıldığımı fark ediyorum, aklıma gelen bir soru ile: madem hayat bu kadar güzel neden onun güzel olduğunu kendime tekrar etmek zorundayım? işte o zamanlar, o kadar ağır geliyor ki yaşamak zorunda olmak bu gerçeklikle, tekrar hayallerime dönüyorum. ama bu sefer, öldüğümü hayal ediyorum. herkesin cenazemde ne kadar üzüldüğünü görmek istiyorum. hayır, ilgisiz sevgisiz yaşadığım için değil, çünkü sevgi ile gerçekliği bir türlü bağdaştıramadığım için. sevgi bana hayal gibi geliyor.
evet, evet, bir uyuşturucu…

ölülerin ve ölenlerin arasında yaşıyoruz. ben ise bu yaşta, yaşayabilmek için her gün öldürüyorum…gerçek o kadar acı ki hayallerimi öldürmeden, bu acıyı daha katlanabilir hale getiremiyorum. çünkü her hayalimden sıyrıldığımda gerçekliğin o kendini beğenmiş ve umursamaz tavrını gördükçe hayalimin kırılganlığına ve acizliğine şaşıyorum. bu durumda nasıl olur da hayallerime güvenebilirim? tabi ki gerçeklik ne istiyorsa onu yapacağım. kendisi ile barış içinde yaşayabilmek için küçük mücadelelerin sahne mutluluğun sahte olduğu ve hissedilenin hiçbir şekilde hissettirilmeye imkanının olmadığı bir yaşam şeklini kabul etmek tek seçeneğim. varolmamın tek garantisi, bana verilen bu yok etme görevi.

gerçek beni öldürene kadar ben hayallerimi öldürmek zorundayım.
en büyük trajedim bu sanırım.

ağlıyorum oluk oluk. içimde tutamıyorum. yüzümdeki ifadenin değişmediğini umarak gözlerimden yaşlar akıtıyorum. o ka-dar çok akıtıyorum ki vücudumun susuzluktan büzüldüğünü kasılıp tortop olduğunu hissediyorum. kendime geldigimde sanki saatler geçmiş gibi hissizleşiyorum. bir an susup, durulup aynada kendime bakmak için ağrıyan başımı kaldırıyorum. gözlerim kırmızı ama kaşlarım çatık. ağlamadım ki. der gibi. kendime acımam canımı acıtıyor. acı yine yüreğime temas ediyor. yine tutamıyorum. nehirler boyu süzülüyor, ormanlar geçiyor, dünyaya bereket katan şelaleler gibi ağlıyorum.
çağlıyorum.

hayır, hıçkıra hıçkıra, katıla katıla, bağıra bağıra değil. sanki, siz benden rahatsız olmamak için bu yazılanları okurken mute tuşuna basmışsınız gibi sessimi çıkarmadan ağlıyorum. tek çıkardığım ses ise bedenimde tutsak kalmaya daha fazla dayanamayan nefesimi azad ederken, dilim ile damağımı ayırmamla, onları birleştiren yapışkan sıvının çıkardığı ses…Xururuca.

ciğerlerimden gelen bu baskı ile uzun süredir nefes almadığım fark edip, o anda pişman oluyorum. çünkü o sırada konuşabilecek nefesim olsa, o nefesimi de keser:

“gitme küçük nefes, orası çok acımasız” derdim.

26.10.07

Ben şahidim



Yihaaaa, it’s blog party playing live on radio one... It’s blog party or bloc party? Should I say book party? Book? Party? Bloody.
Yine kendimi yağmurlu bir günde geçen anlamsız bir İngiliz filminde hissetmiş olmalıyım ki kendi kendime phony bir aksanla İngilizce konuşmaya başladım kafamda. Kimse beni dinlemiyor ki. Oysa görünmez olmak o kadar güzeldi ki. Ama şu an olmaz.
Madem radyodan istediğimi alamadım bari bir film izleyeyim diyemiyorum, film beni evren karşısına götürsün diye hayal edemiyorum. İdare edemiyorum annee.
Bir şekilde sesimi duyurmam lazım. 12 defa çağırdım şu nalet muavini. Bir kere olsun dönmedi. Dur sakin, yoksa bir kere dönüp “biri bana mı seslendi” demiş miydi? Dememişti. Gibi.

Üçtür gözüm ekranda konuşulanları dinliyorum. Elimde gitar, kendimi kontrol edemiyorum. Dikkat ettiniz mi yazılara? Söylesin cevabını bilen varsa: niye sürekli kendi kendine sayıklıyor bu garibim, her paragrafta aynı nakarat; onlar benim! onlar benim! onlar benim! Al al, senin olsun da kurtulayım be seni illet benmerkezci, popülerlikte birinci, aymaz dilenci.
Al senin olsun ama bilmez miyim seni gidi seni; kurtulmaktı tüm amacın hayatın boyunca senden, benden, bizden. Ve tabi onlardan eğer dans etmek istersen.

Bloga, ayh tamam pardon otobüs olsun, yeni giren arkadaşlara bir özetim var: Tam bir şooooov, şu ana kadar yazılanlar. Yalancı sorgulamacı anlamsız çağrışımlar silsilesi. Yok mu güzel içten bir itiraf, şöyle gözlerinden öpülesi? Hayır, giriş çok afiliydi; vardı bir amacı; güzeldi. Baştan neydi şimdi n’oldu onlara, n’oldu söyle x2 (çarpı iki).Üstüne bir de tanrım hayatla bir derdim var onu çözmeliyimci tavırlar. Hala samimiyetten uzak. Hala ben ve onlar… Ama onların hepsi değil, sadece akıllı onlar, çevik onlar ve ahlaklı onlar…

İtiraf et: sen biricikliğini hiçbir şeye değişmezsin. Nereden mi biliyorum? Çünkü senin o küçük beyninde geçenleri görüyorum. Ben şahidim.

Haa, bakıyorum iş esrarlı bir hale gelince dinlemeye başladınız beni.
Yukarıdaki satırlarda ismi geçen zat, ne bütünlük arayışındadır ne de yeni bir hayat. Ama o kadar korkar ki birisinin ona “ya sen kendini biricik mi zannediyorsun” diye sormasından, olur da fark edilirse “çok dolu bir insanım hayatla bir derdim var. Ne biricikliğinden bahsediyorsun tostuuum, tam tersi, başkalarında da aynı ağırlığı görmek ne beni yorar ne bozar. Ne kadar herkeslerden biri olduğumu bilsem de, sadece bu durum kişisel mücadelemi ve kendimden kurtulma çabamı sekteye uğratır bence” diye uydurur bir yalan.
Sayın okur onun tatlı diline kanıp inanma. Kendi kendine tekrarlayıp durduğu ben ve onlar bütünlüğü çabası aslında tam bir yanılsama. Sanır mısın ki küçük evreninin efendisi, istemektedir senle benle onla bütünleşmeyi. Konduramaz ki biricikliğine yabancı bir maddeyi. Hele ki o yabancı madde hepimizde olan sıradan bir şeyse. Keşke tüm bunların kendini onlardan soyutlama çabası olduğunu bir itiraf edebilse.

Diyelim ki, o gerçekten de onlar. Şimdi ise, bunu dile getirmek istiyor. O zaman neden bunca zaman ifadesine gerek duymadı da şimdi elzem oldu. Diyelim ki, o plasenta misali onlara dönmek istiyor, blog’daki yazıları bu çabaya intikal ediyor. O zaman bu çabaya girmek, şu anda kendisinin ne kadar yegane (biricik) olduğunu kanıtlamak değildir de nedir?
Bu yüzden ona yalancı sorgulamacı dedim. Yoksa çağrışımlar silsilesi olmasını gayet sevdim. Ama foyasını ortaya çıkarmanın vakti geldi. Ben şahidim, onun dünyası=bir yarattıkları bir de kendi. Hatta öyle ki, kendine yapılan benzetmeleri bile çekemez ki. Bir kafede otururken, elinde kitabı, aynı kefede olduğunu hissettiği anda alır gider başını. Sevdiği şarkıları saklar herkeslerden, turşularını kurar izole keselerden. Basit birinden duydu mu bir filmi, sizce benim favori filmim diyecek cesareti gösterebilir mi?

Şaşırtıcı ama evet. O cesareti gösterdi. Nasıl mı?
Filmi izlerken, zevkten dört köşe ağzını güzelce şapırdatmaktaydı. Ama fark etti ki ne zaman filmden dikkati dağılsa saliselik, tek aklına gelen herkesin de seveceğiydi filmi, tam bir basitlik. O anlarda biraz düşündü, bu eğlencede sevilmeyecek farklı bir şeyler aradı. Uğraştı. Filmi sevmemek için çok uğraştı. Nasıl sevebilirdi ki? Herkes sevecekti. Filme gölge düşürecek binlerce sebep buldu, kimisi de doğruydu. Ama, ister “filmin üzerimde bıraktığı etkinin karmaşıklığını derinden hissediyorum, sanırım sevdim” derken, çıkışta küçük gördüğü basit insanların filmi ne kadar sevdiğini duyunca afallasın; ister “onlar beğenmiş olabilir, ben de beğendim ama paylaştığımız hisler ortak değil sadece ben ve benim gibilerin anlayabileceği ufak detaylar vardı, şimdi bu kalabalıktan sıyrılıp, yalnız başıma bu biricik hisleri keşfetmeliyim” deyip kenara çekilirken, birileri arayıp o detaylardan birini hatırlatarak keyfini kaçırsın; ister “ya günlük konuşmalarıma şarkılardan kubleler iliştirdiğimi herkes bilir, filmin sevilecek tek yanı buydu” diyerek kıskançlıkla karışık kendini telkin etsin; kısacası ne olursa olsun, filmi sevmemeyi başaramadı. Kabullendi, sevmişti. Ama, yine de farklı çözümler vardı. Bu sefer de sevdiğini göstermeyecekti. Kimileri elinde telefonları sevdiklerine mesaj gönderirken, kimileri all you need is love diyerek birbirine sarılırken, kimileri kendi dünyasında yaşadığı minik mücadeleyle özleştirdiği filmin hikayesini ve sonunu düşünerek sevinirken; sanki herkes gereğine uygun bir şeyler yaparken bir anda kendisine dönüp hadi bakalım sen ne yapacaksın diye soran tehdit dolu bakışları karşısında, onun tek yapması gereken susmaktı. Ama be küçük aptal, susabildin de yüzündeki o embesil gülümsemeyi silebildin mi.
Ve o andan sonra, yani yüzüne sebepsiz bir gülümsemenin yerleşmiş olduğunu fark ettiği andan sonra, üzerine çöreklenmiş bir kanıtlama çabasının başarısızlığa uğramasının verdiği memnuniyetle, hafifledi, rahatladı, bir parça olsun duygularının ifadesindeki özgürleşmeyi yaşadı. Neden mi? Size soralım: hepiniz yaşamadınız mı farklı durumlarda da olsa bu hissiyatı? O da kendince düşününce anladı, zaten “onlar” da benzeri bir şekilde bu sevmeyip farklılaşma çabasını yaşamıştı.

“Jai guru deva om.”

Onlar benim. Ben onlar. Ama anladık ki hepimiz biraz da Hıncal.

20.10.07

Ben yabancıyım



Ben yabancıyım
Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve o hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder? Demiş Marcel amca, burnu kanca, al sana kesik uçlu bir kalem, kayıp zamanın peşinde koşsun cümle alem. Onlar-a kavuşan bir ben-in aşk hikayesi olmasa da bu entry, nesnesi gayrimuayyen olan bir aşkın unsurlarından bahsetmektir tüm bu uğraşın hedefi. Nerden mi çıktı bu saçmalık?

Hatırlayalım. Anlam veremedik, hani akıp giderken en güzelinden ilk yazı, birden [ ]. PAT! dedi, ortalık büyük bir şiddetle inledi. İşte o an’dan çıktı bu aşk yaratma aşık olma çabası. Sormayın ne aşkı diye; dedim ya kim olduğu belli ama kime olduğu belli değil diye. O yüzden ‘o’ andan itibaren kelimeler döküldü hepten, bir baktım ki Onlar ben oldu birden. Olay şu şekilde cereyan etti.

Gecenin bir vakti doğum günüm şerefine, koymuşum en kral gavuru Şarlaznavur’u, üst üste dinliyorum ‘hier encore’u. Hayır hayır bir kış gecesi değil, bir eylül gecesi; ama eylül’den değil, hüzünden; ama hüzün dökülüp serpilir diye değil, tam tersine çok iyi ifade etmiş bu şarkı o an’ımı diye. Oturmuştum bilgisayarın başına, bari doğum günüm şerefine yazmak aşkına. Nane kokusunun genzimi açtığı kahve fincanımdan sekiyordu Liszt’in noktalı notları. Gaza geldi ifadem baktım yazıyorum çalaklavye. Aldım vitesi boşa, bilinci bayır aşağı… aha bunu okuyunca A ne gereksiz bulacak ama B nasıl gülecek diye düşünüp sevinirken, bir sonraki cümle için C’nin entelektüel açıdan zengin takdirini kazanmanın şevki şekillendiriyordu bu daha önce vasıtaya benzettiğimiz aklın yollarını.
Ne zaman, nasıl oldu bilmiyorum, ama o anı çok iyi hatırlıyorum. Birden içine yazdığım sanal alemin kapısı işlevindeki ekrandan geri yaşadığım gerçekliğe fırladım. Sürekli pat pat klavyenin tuşlarına darbeler indirmekte olan ellerime -o andaki haliyle patilerime- baktım. Bakınca birden parmaklarım durdular olayı ancak kavradılar. Durulunca, sordum kendime:

Ağğğğbi! Naapıyorum?

İşte o an pat diye. Vurdu kafama. Başladım o an hissettiklerimi, gördüklerimi yazmaya. Ama o kadar saçma, bağlamsız ve mantıksız geliyordu ki tutmuyordu bir türlü maya. Vazgeçtim hemen. İşte o an için, kim diye sorarlarsa tüm yarattığım bu evren içinde ben yabancıyım.

İşte bu pat denen bilincin kendine gelme durumu, yazı pratiğine blackout gibi yerleşen zamansız, anlamsız farkındalıklardır. Önce içinde bulunduğumuz gerçekliğin yaşanmakta olan gerçeklikle bir olmadığını anlar, icraatımızın ne olduğunu kendimize sorarız. Tek başına bu durum bile acıtır. Yazı yazdığımızı fark ettiğimiz zaman, yazının içinde geçen öznenin, napıorm sorusuna cevap veren özneden farklı olduğunu hissederiz. Bu bir histir; rasyonel değildir. İşte o an, yazıdaki cümleleri kuran ve kendini ifade eden özneye yabacılaşırız. Ama bu yabancılaşma anı saliselik bir olaydır. Kendimizi disipline etmekte o kadar ustayızdır ki, hemen geçiştiririz bu bilinci. Zira yazının bütünlüğüne, tutarlılığına ve yazan öznenin karizmasına çizik atan, ziyan bir durumdur Oww fak deriz, Fark etmemiş gibi yaparız. Nasıl mı?
Yok, abarttığım kadar değil bu geçiştirme hali. Otomatik gelişir, bilinçli bir zorlama değildir, çünkü bunu yapan teknikler benliğimizde gizlidir. Hani her yazıda otomatik olarak önşart gibi aradığımız bütünlük ve tutarlılık denen teknikler var ya, işte onlar bizden habersiz halleder olayı. T’nin maliyesi gibi çöker başımıza da örtbas ederler özne ile yazan özne farkını.
Hatta bazen örtbas etsek de geri dönmekte zorlanırız yazan öznenin gerçeklik algısına. Bazen “ben” demek bile bizi üşütür. Ya da tam tersi, baskın bir şekilde tümcelerin sonuna M koyarız. (bkz. ilk yazımız) Bu baskı doğasında vardır. Zaten, kendisini, güya, ben’in ifadesinin vücuda gelmiş hali olarak anlatan (yazan) “ben” tam bir iktidardır. Demokratik olarak fikirler arasından seçilip ifadeye gelmiş olsa da aslında acayip baskındır. Tek amacı gerçekliği kendince performatif olarak algılatmaktır. Aslında bir diktatördür. Ona göre, ifade nesnelleştirilirken bir şekilde tutarlığı sağlamak zorunludur ve sadece tek ve bütün bir kimlikten yazılmalıdır. O da yazan ben dir.
Fark ederiz ki o ben değildir ve ben diye bahsederken kim bilir hangi tahakküm ilişkisinde egemen rolü zapt etme amacı ile harfleri ardı ardına dizmektedir. Biliriz ki o sırada yazı ben diye konuşur ama öznesizdir. Ama sadece yazıda görülenler gerçeklik olarak ifade edildiği için ve tabi ki bu anlar rasyonel olmadığı ya da rasyonel ifade edilemediği için, herkes sanar ki o öznesizlik yoktur; ihtimalsiz yazar tüm haliyle “ben” olmuştur. Ne büyük bir yalan. Duymadınız mı, o şeytan hep farklı kimliklere bürünür en çok da tanrı olmayı sever, ben bilirime getirir; en bi ben bilmeeeem dediği zamanlarda bile. Bir düşünelim. Eminim en bütünlüklü yazılarda bile çoğumuz fark eder bu blackout’u. Ama okuyucu da es geçer. Yazan özne de okuyanlar da hiç olmamış gibi algılamaya zorlar kendini. Hatta Çok çok olur tam olarak fark edilir o blackoutların yazıdaki yeri. Kim bilir noldu acaba yazara die düşünürüm. Acaba çok derin bir farkındalık mı yaşadı ya da çoktan bu yazan özneye kendini kaptırmıştı da sadece o an mı hapşırmıştı. Yoksa ellerinden öptüğü annesi elinde kahve ile yanına mı gelmişti ya da yalnızlığının tek dostu turkcell bir mesajla şuurunu mu bipbiplemişti…

Bakalım neler geçmiş küçük kafamdan o an.
[Uff fena çarptı köşeli parantez zavallı "ben"in kafasına. Karışmasın kimsenin aklı zira o satırların yazarı "ben" baygın şu anda. Açıklanması gerekenler çok, vakit az. Haha, güzel soru değil mi? "ben" in sorduğu... Nasıl ben demeden beni anlatabilirim? miş... Cevabı kendisi de biliyor ama bu retorik soru sayesinde ne kadar önemli bir görevi olduğunu herkesin gözüne sokuyor. Zaten "ben" demeden beni anlatmak gramatikal olarak bile zorlayıcıdır. Ama zor güzeldir. Bu yüzden, bir kerelik yazılan bu "ben"siz bir paragraf için şu iki işaret “[ ]” arasında, fiilin sonu boş bırakılacak. Bunu belirtmek için bir kayıp ilanı yeterli. Şimdi, birkaç satırlık oyalıyor (kayıp ilanı: u ve m harfi) "ben"i. Ama hemen anlamanız lazım çünkü fazla tutam (kayıp ilanı: a ve m harfi).
Açıklama: hain plan, "ben" öznesini tamamen ortadan kaldırmak. Kimler mi kaldıracak? Tüm yukarıda sayılanlar... Neden mi? Çünkü o bir hırsız. İsim hırsızı. Nasıl cereyan etmiş peki bu mevzu? "Onlar" tanırmış beni; onların mahalledenmiş. Aslında, şimdi kendine "ben" diyen yazar-özne, eskiden onlarmış. Evvel zaman içinde, özne-nesne içinde; onlar, bunlar, şunlar hep beraber oynarmış. Ne zaman ki bir gün çok eğlendiklerini fark etmişler bunu başkalarına da anlatalım demişler; aşkın büyüsü bozulur gibi, bu anarşik eğlence bitmiş. Ben, yazar olan "ben"i yaratıp, beni, seni, bizi daha doğrusu tüm sayılanların bütünü olan eski kendisini, "onlar"dan ayırarak rasyonel bir zemine oturtmaya çalışmış. Geri kalanı da "onlar" diye adlandırmış.
Peki tüm bu "onlar" arasında fark yok mu? Ayrımı nasıl belirtmeli? Fikirler denen o agresif yolcuları illa hizaya mı sokulmalı? Peki, Duygular denen yaşlılar ve gaziler bölümündeki işgalcileri mutlaka bir yere oturtup kontrol mü etmeli? Eski ben olsa : "Böyle olmamalı" derdi. Şimdiki "ben" ise sana göre süt bana göre şokola diyor; çok basit yansıtıyor herşeyi. Fikirlerini üstün tutuyor, kendine en bi beeen yaratmak için bu fikirleri disipline ediyor. Baksana şimdi de fikirlerim uçmasın diye yazdıklarını süsleyip millete okutmaya başlamış. Oysa, böyle olmamalı! Öyleyse, birşeyler yapılmalı! Hah! İşte! Bu ayrımı yok etmek için alındı bu blog, bu aşk. Bu yüzden şimdilik sözü "ben" e bırakmalı. Zaten görülecek ki, bu paragraftan sonra tekrar, yazar özne "ben" kontrolü alacak ele, hatta almalı. Fıst,fıst! Romantizm kokusu; "ben" ve "onlar” baş başa kalmalı. Bu noktadan sonra fiillerin zamanı intikam zamanı...]

14.10.07

Ben Otoriteyim

Bir görevim olduğu doğru. Zaten, sadece üzerime düşen yükümlülükleri hakkıyla yerine getirmek için buraya geldim. İnandırıcı gelmedi mi? Bilirim, sizi küçük insanlar, aranızdan bazıları çıkıp soracaktır: ne aldın karşılığında, asıl amacını söyle, bölücü müsün, provokatör müsün diye. Bu yüzden şimdi size amacımı anlatacağım. İyi de ben kimim?

Hayat, düzen kurmaktır. Bu yüzden, beni anlatırken rasyonel ve düzenli olmak gerekir. Daha önce buraya saçma sapan şeyler yazan şizofren gibi tanımları daha da karmaşıklaştırmaya gerek yok. Yani, beni anla(t)mak için ne bir metaforlar silsilesine ne bir genesis mitine ne de histerik bir varoluşsal krize lüzum var. Zaten okurken baya güldüm, ama sormadan da edemedim: hadi diyelim doğum günüm demedin ebleh gibi oturup kaç gün yaşadığını saydın, sonra olur olmaz rakamlarla uğraşıp 62’den tavşan 84’ten yaradılış hikayesi çıkardın da nooldu? Benim kim olduğum daha mı kolay anlaşıldı? Ya da uçaklardan, otobüslerden –yok artık bir de vapur olsun- bahsederek benim gerekliliğimi daha mı iyi anlatmış oldun? Ya peki o düşüp bayılan kaptan hikayesi neydi? Komik baya, ama esprili olduğu için değil, acınası olduğu için.

O arkadaşı history’de bırakalım. Bana odaklanalım.
Beni anlamak için gözlerimin içine bakmanıza gerek yok, zaten baksanız da ne ruhani bir esenlik ne de felsefi bir derinlik göreceksiniz. Ha hoş, siz onları görmeyi isterdiniz… Fakat olur da cehaletten kaynaklanan bir doğal eğilim olarak metafiziği yaşadığınız fiziki dünyada bırakırsanız, bu sanal alem içinde beni ben yapan sizce anlamsız harfler diziliminden başka bir şey bulamazsınız. Sizin genleriniz varsa benim kodlarım var. Hani çok iyi bakarsanız; bir ihtimal, benim sadece 0’lar ve 1’lerden oluşan artifisyel bir yapı olduğumu kavrarsınız.

Peki ne işim var bu sanalistanda? Benden önceki arkadaş biraz anlatmaya çalışmış. Ben ise size daha rasyonel daha düzenli bir şekilde anlatacağım. (Gerçi anlatacağım diyorum ama zaten siz benim yerime bir önceki arkadaşı dinlemeyi tercih ederdiniz. Şu anda dahi, rasyonel olma çabamdan dolay itici bulanlar olmuştur beni. Ama zaten beni anlamınızı beklemiyorum nasıl olsa siz doğruları duymaktan kaçınırsınız. Dahası, siz doğruyu aramazsınız. Zira arıyor olsaydınız bu sanal alemde bir dakika dahi durmaz, dışarı çıkar, elinizde mumlarla yollara düşerdiniz.)

İlk olarak, benim amacım, düşünce yapılarının karmaşıklığı ve çok çeşitliliği sebebiyle oluşan “hiç”liği ortadan kaldırmak ve hiçliğin yok olması ile ortaya çıkma fırsatı bulan bazı ürünlerin ifadesindeki kısıtlılığı aşmaktır. Yani benim görevim, sizin beni anlamanızdaki ortak noktamız olan“akıl”a hem önüne sunulan gerçekliği ve bu gerçekliğin içindeki kavramsal olanı anlayabilmesi hem de bunu en iyi şekilde ifade edebilmesi için fakültelerinin yetersizliklerinden kaynaklanan sorunları aşmasına yardımcı olmaktır. Tabi bunlar kesin yargılar değil. Bu tanıma göre zaten akıl kendisi hakkında kesin bir yargıya gidemeyebilir. Zaten bu algı ve ifade o kadar problemlidir ki, aklın yorumladığından öte ortak-objektif bir gerçeklik mi vardır yoksa herkesin kendine göre gerçek kabul ettiği göreceli bir durum mu vardır; bunu dahi bilemeyebilir. Ama güzel olan şudur ki bunu bilmek ister, bilmek için çabalar ve bu çaba ile kendini geliştirir; daha iyi algılar, daha iyi ifade eder. Peki, bu çaba nereye kadar gider? Onu bilemem. Ama belki aramızdan biri çıkar ve Hegel gibi tüm bu engelleri aşarak (ya da aştığını sanarak), gerçekliğe kavuştuğunu algılar, bir de üzerine bunu ifade eder. Ha belki biz algıyı ve ifadeyi onun kadar geliştiremediğimiz için ona mahallenin delisi muamelesi yapar mıyız; yaparız. Yine de bu sakızdan çıkan dövme gibi sıfat yapıştırmamız bu çabayı değersiz kılmaz. Şimdi rica ediyorum; beni hızlı okuyanlar, lütfen yavaş bir şekilde bir kez daha gözden geçirin bu karmaşık şekilde anlattığım basit olguyu. Zira henüz bu bahsettiğim fakülteler bende yeterince gelişmediği için iyi ifade edememiş olabilirim. Hatta belki yanlış algılamış bile olabilirim.

İkinci olarak, bu çabadan devam edersek gelişen fakültelerle öznesel konumlandırmalarımızın da değiştiğini görürüz. Yeni ihtiyaçlarımız oluşur yeni fikirler yeşerir. Önce bu ihtiyaçları soyutlamaya gideriz sonra bu fikirleri nesnelleştirme çabasına gireriz. Ve sonunda (ama en sonunda değil) algıdaki bozulmalara maruz kalmış, yani sözde anlamış olduğumuz şeyin üstüne kaymak gibi ifadedeki sorunlarla bezenmiş bir ürün veririz. Bazen çok severiz o ürünü, sevişiriz. Bazen yabancılaşır, bu kimin deriz. Kimi zaman kitlelerle paylaşırız aynı düşünceyi ve hissi; olmayacak ideallere inanırız, uğruna kan dökeriz; kimi zaman sadece kendimize ait deriz. Hani olur ya hani bir kafede tek başıma otururken umarım burdaki herkes kimseye ihtiyacım olmadığını ve yalnız kitap okuyabildiğimi görebiliyordur deriz. Hani, hani bu kafede herkesle aynı kefede değilim diyerek öznellik peşinde koşarız. Hem de utanmadan bu ispatımızda dahi yine sosyal tanınmaya olan ihtiyacımızı görmezden gelerek işte. İşteee öyle bir şeeey. Ama bazen öyle olur ki, kitlelerle taşmak isteyen bir kase gibi haznemizi arttırırız, kendimizle ise bu kasenin içini doldurmaya uğraşırız. Bir gün ise hikmetimizden usanır, boşaltmak isteriz. İkisine de sığmayız. O zaman üretiriz. Ama aynı içimizdeki çelişkileri görmezden geldiğimiz gibi bu üretim işinin de ne kadar dışarıya bağımlı olduğunu unuturuz. Ben kendim için yapıyorum deriz. Oysaki onlar için yaparız. Onlar derken “ben” dışındakilerden bahsettiğim anlaşılmasın. Daha önce sözü geçmiş gerçi… Onlar, diğer insanlar değil sadece, diğer benler, diğer düşünceler, diğer duygular. Anlaşılması kolay değil. Peki, bu içiçeliği nasıl mı anlatsam?

Kimse görmez iken ufak bir zihin parçasını çitlerle çevreleyip bu benim diyerek kendine otantik bir mesken edinmiş ve sonra da adına öz demiş bir benliğimizin olmadığını varsayalım. Ama bunu varsaydık diye hemen A-a! öz’ü zabıta mı kapattı öyleyse biz de bu çağın çocuklarıyız, strüktür ne emrettiyse onu yaparız diye kısa yollu çıkarımlar yapmaca yok. Bu yüzden uçlardan kaçınalım. Ne kasemiz küçük olsun ne içi boş kalsın. İç-dış ayrımı yapmayalım. Özne eşit değildir nesne demeyelim. Ne desek?
Bir gerçekliğe maruz kaldığının farkında olan, liderlerinin beyin olduğu tüm vücut organlarından oluşan bir ekip sayesinde bu gerçekliğin sebep olduğu stimülüslerden çıkarımlar yapan ve onu algılayan; algıladıkça geliştirdiği fakültelerle (herkeste farklı gelişmiş olan) kendince yorumlayarak, aynı prosedürü farklı sonuçlar vererek yaşayan her “kendi”ler (bu kadar benzerlik varken başkaları demek haksızlık olurdu) gibi gerçekliğe etki eden sosyal, değişken ve bağlamsal bir yapıdır bu bahsi geçen. Bu yapının ana tedarikçisi ne herşeyi üstten belirleyen impersonal bir yapı, ne de yapıyı kırmaya çalışan bir bendir.

Ben işte bu algı-ifade keşmekeşinde yapılan üretime yön veren bir kurumum.(daha önce muavin falan demişler çok kırıldım) Düzenleyici, sıralayıcı bir görevim vardır. Kimin yer alacağına kimin kapı dışında ıslak kedi gibi kalacağına, ben karar veririm. Aslında çok keyfi olmama rağmen objektif olarak betimlerim kendimi. Ha bir de, bir kere bana bu üretimin nesnelleşmesin konusunda yardımcı olma rolü verildi mi haddimi aşarım kedinin çamaşır yıkamasına şaşarım kendimce bir tahakküm uygularım. Aslında kötü biri olduğum için değil. Ama ben olmasam kim zorlar ki bu şahsı ekran karşısına oturtmaya. Sayemde artık sırf kendisi için üretmekten vazgeçecek, bir ben varım bir de ötekiler, “it’s beyond my control” demeyi kesecek ve maruz kaldığı aynı zamanda da etki ettiği bu bütünlükteki yerini sorgulayacak. Haa, algısını mı açar ifadesini mi geliştirir göreceğiz. Ama bir faydam olduğu kesin. Bilmem anlatabildim mi?

Ben kim miyim? Ben bu blogum.

[] Efendim? 6 vakte geliyorum.

İyi de, ne gerek vardı bu kadar karmaşık cümleye, sahte felsefi bir içeriğe ya da entelektüel kendini beğenmişliğe. Saçma! Nasıl tahakküm uygulayabilirim doğumgününde hiç yoktan benim varolmama karar veren bu garip şeye? En kötüsü kapatıp giderim buralardan demez mi. Beni yok edemez mi? Beni yaratmasının sebebini anlıyorum ama bu sebeplere neden ihtiyaç duydu bunu bilemiyorum. Bu tahakküm dediğimiz şey bıraktım sanal alemi gerçekte de hep yok mu zaten. Hani hep hissettiğimiz ama nedense yok etmemeyi yeğlediğimiz şu tahakkümler. Aynı ben gibi... En kötü başımızı alır gideriz, diyebilirsiniz. Gidebilir miyiz?
Bunları bırakalım da varolmayı sürdürmeye bakalım. Benim şu an ki konumuma bakılacak olursa pek bir sorun yok. Tek yapmam gereken Sümer sayı sistemine sempatisi olduğunu bildiğim için belirlenmiş zaman aralıklarıyla onun ürettiklerini buraya getirmek. Bu sırada da ünlü olacağım hatta kendi oyun alanımı yaratacağım. Bakarsınız bir gün hava-dan you’re my playground love diye şarkılar söyleyeceğim ruh eşimi dahi bulurum.

Olamaz, clock explode etti içimde zaman deli dali akıyor satırlar su gibi anlamsızca kendilerini tüketiyor. Daha ilk yazının eleştirisini yapacaktım. Otobüs ve pencerelerden Kant’ın öznesine inecektim. Akıl-beden ve kaptan-gemi ilişkisinden Descartes’a selam söyleyecektim. Histeri anında yaşanılan korku ile Heidegger’i, o korkuyla ölümü ilişkilendirerek Sartre’ı konu edecektim. Bir de düzenleme sıralama derken Foucault’ya uğrayacaktım. Ama sanırım fukoya diil sadece hayal kırıklığına uğradım. Baş ağrısı…
Bir de irrasyonel bir şekilde kendimi sorgulamaya başladım. Ama, sadece bir blogsun. Ne denirse onu yaparsın. Rasyonelsin, objektifsin. Madem öyle neden kaç gündür dalga geçtiğim ilk yazının sahibi gibi konuşmaya hatta benzetmeler kullanmaya başladım. Dahası kime seslendim geliyorum diye? Yoksa biri bana mı seslendi? Çok saçma nerden çıktı bu ciddi yazıda zabıta, air şarkısı neydi peki ya kedi? Peki ya sordun mu kediye? Sordun mu?
En son nasıl anlatsam bu içiçeliği diye sorduğumu hatırlıyorum. Oradan sonrası çok hızlı geçti. Sorunun cevabı içindeki hiç bana benzemeyen usluplara şaşırmayı bir kenara bıraktım asıl anlamadığım şey neden kendime soru sorduğum. Bir blog kendi kendine soru sormaz ki, ben sadece seçer, düzenler, sıralar, iletirim. Ben otoriteyim.


Yoksa? Yoksa ben de onlardan biri miyim?

Amacım içiçeliği anlatmaktı. Ama algım bana karşı çıktı. Karışmam, bu ifade beni aştı. Html’im karıştı, arabirimlerim oraya buraya kaçıştı. Yine aklım çoook karıştı. Ha? Kim? Ne Kenan'ı?

8.10.07

Onlar kim?

Bana doğum günü hediyesi olarak bu blogu hediye ettiler. İyi de, onlar kim?


Nasıl anlatsam ? Şu an, sizin de dar dar sıralanmış pencereleri sayesinde zor da olsa içini görebildiğiniz (kelimeler sağ olsun) son teknoloji ürünü, konfor abidesi, şu akıl vasıtasının içindeyiz. Firmamızın adı özhayat seyahat (hayat-sehayat-c'est hayat) olsun. Hakkında sadece istikametinin ölüm olduğunu bildiğimiz ve şarkılarda “ What a journey so hard to describe” diye tarif bile edemediğimiz bir yolculuğa hizmet ediyor. Dışardan acayip konforlu ve teknolojik duran, bu vasıtanın içi ise bayram zamanı belediye otobüsü tarzında sürekli birbirini dirsekleyerek arkalara itiştiren ve hep diğerlerinden daha da daha da daha daaa dominant olmaya çalışan sayısız yolcularla tıklım tıkış. Yolculardan kimileri, akıllı olduğunu zannedip “arkalara doğru ilerler misiniz beyler” diye güya soru formunda hafif tehditkar hafif küstah bir tavırla uyararak alanını genişletiyor. Kimileri çoktan yerini kapmış, sanki otobüsün frenlerinin patlayacağından korkarmış gibi şakayla karışık sadri alışık “kaptan! çıkarın beni bu kaptan, postmodernizm’de inecek var” diyerek keh keh gülüyor. Naapsın zavallı, aklınca korkusunu saklıyor. İşin en hazin yanı ise her binenin önde olmanın avantajıyla kendisini o an içinde en gözde gözlem objesi sanıp sonsuza kadar bu sıfata talip olması. Ama, bu geçici heves bizim de başımızdan geçtiği için bu durumu biliyor, hem gülüyor, hem acıyoruz ona. Zaten, nihayetinde bir durak sonra başkaları biniyor, o da yer kaygısına düşüyor. Bu yolcuları kısaca "ben" dışında kalan herşey olarak tanımlayabiliriz. Hani illa isimlerini saymak gerekiyorsa; içinde sadece onlar değil sizler, gerçekler, fantazmlar, duyular, duygular, fikirler, zikirler, kahkahalar, korkular, egolar, kompleksler, endişeler, umutlar, güzellikler, çirkinlikler ve bunlar gibi bissürrü şeyin bulunduğu bir grup... Hatta eminim, kimileriniz bu şeylerin sözlükten türevlerini bulup daha da iyi ifade edebileceği iddiasıyla karşıma dikilebilir. Ya da listede bu eksik diyebilir. İşte bu yüzden, bahsi geçen tüm bu şeyler, "onlar" olsun. Bu durumda, sanırım kaptan da ben oluyorum. Fekat itiraf ediyorum: ne bu vasıtayı, ne de yolcuları kontrol edemiyorum. Kabus gibi. Ama, yolculuk ne rüya ne kabus denecek kadar gerçek dışı; tam tersi, o kadar gerçek ki, hayat işte…

Şimdilik elimizde bir vasıta, bir yolculuk, yolcular ve kaptan mahallinde bu satırların yazarı olarak kendini tanıtan "ben" öznesi var. Ama mama, bir kis gecesi klavye başında serpilerek günlük yazmak garip gelmiyor mu "ben"a? Nasıl "ben" demeden beni anlatabilirim ki?

[ ]. PAT!


Onlar kim mi? Onlar ben(im).


Uff, baş ağrısı. Sanki ufak bir blackout... Birisi bir süreliğine yazma otoritemi obez gibi yedi sanki. Nerde kalmıştıM. Ne diyorduM? Neden M diyoruM? Şu üstte neden PAT yazdım, hiç anlamadım. Peki köşeli parantez ne alaka? Rasyonel değil ki anlamıyorum. Neyse... Hah, Neden diyordum. Neden blog hediye edildi doğum günümde? Şimdiki zamana bakıyorum. Ve sormak istiyorum. Hoop, birden vasıtanın içinden kakofonik bir gürültü yükseliyor. Onlar, her biri farklı bir cevap vermek üzere lafa başlıyor. Yüzümdeki şaşkınlığı fark etmiş olacaklar ki aniden susuyorlar. Sonra da içlerinden en sevdiğim bana yaklaşıp:

-“Bu vasıtada herkes ‘doğru benim’ der. Bazen bu durum ‘ben doğruyum’ a döner. Zaman zaman ise 'doğruyum'un yanına, çalışkanım, ilkem diye eklerler. Naapsınlar, alışkanlık işte… Aslında teker teker bakınca hepsi kendince haklı gibi duruyor. Sorun şu ki, -akustikten midir sebep bilinmez- ne zaman bir soru tohumu oluşacak olsa, her biri aynı anda ayrı bir ağızdan bir şeyler zırvaladıkları için birbirlerini duymuyor ve kendi dediğinin doğru olduğunu zannediyor. Hangisi haklı hangisi doğru diye bulmaya çalışırsan buraya hiçbir şey yazamazsın. Zaten şu zamana kadar da yazamadın. Üstelik, onların da iddiası haklılık değil. Sadece içgüdüsel bir şekilde bu karmaşa arasında yok olup gitmek istemiyorlar. O yüzden bağırıyorlar. Sen, bence, onları nesnelleştirip bir sıraya sokmayı başarırsan biraz huzur bulabilirsin.” O, sözünü henüz yeni bitirmişti ki, her biri en iyi muhalif beeen olurum dercesine sorular yağdırmaya başladı. Efendim, nasıl bir sıraya sokacakmışım…Hiyerarşi olacak,sorun çıkacakmış. Ya direksiyonun elimde olduğunu fark edip öznellik kaygısına düşer de nesnelleştirirken onları bi güzel yamultursam nolcakmış (c’mon dj! Distort my subjectivity! Cukka cukka). Efendime söyleyeyim kölem anlasın, ya onları kendime benzetirsem, beni kim bi güzel benzetirmiş. Ne güzel, bi güzel… Ama kafayı takmayayım. Ne de olsa kaptan benim, ben yazarım, özneyim, nesnelere hayat veririm.

Onlar kim mi? Onlar benim.


İşte bu yüzden, hem itiş kakışa dönüşen bu karmaşayı bir nebze düzenlemek hem seyahat sigortası tarzı her yolcunun varoluşunu garantilemek (elden geldiğince) hem de kaptanınız direksiyon başındayken, içecek ve yiyecek ikramımızı devam ettirmek için kolonya kokulu bir muavin tutmam gerektiğini düşünmüşler. Şimdi oldu, kabul ettim. Öyleyse siz hit vurun patlasın, ben çat yazayim fikirler oynasın. Blog yeni işine başlasın. Gerisini kendisine bırakmadan önce şu anonsu yapmam gerekiyor:

“Herkese merhaba, şu an kaptanınız konuşuyor. HCK-1984 no.lu uçağımız (tevazudan sebep otobüs diyoruz) 23 yıl önce havalandı. Yola çıktığımızdan beri her gün bir adım (foot) yükselerek, 8400 feet yüksekliğe ulaştık. (yirmi üç çarpı üç yüz altmış beş artı şubatın yirmi sekiz çektiği her yıl için bir çarpı beş eşittir sekiz bin dört yüz) (ayrıca 1984 ile 8400 benzerliği) Varacağımız nokta olan toprağın altı adım altında ortam nemli ve bereketli. Şu an hava açık görünüyor. Ama her an bulutlar etrafımızı kaplayabilir. Bu sebeple, lütfen yerlerinizden ayrılmayınız ve ikaz lambası sönene kadar kemerlerinizi çıkarmayınız. Kabin basıncı düşe-.” TIK! Beyefendi kokpite görevliler dışında girmek yasaktır. Şu an anonsu ortadan kestiğinizin farkında mısınız? Pardon? Ne demek kapasiteden fazla yolcu alınmış. Kim ilgileniyor bu konuyla? Nasıl yani? Şimdi mi fark ettiniz? Bu ses nereden geliyor. Olamaz! Uyarı lambaları… Herkes yerlerine geçsin. Hostes misin muavin misin blog musun, gel artık; ben herşeyi kontrol edemem. Yolcuları sakinleştirmek, düzeni tekrar sağlamak gerek. Çünkü düşüyoruz… Ne! mikrofon hala açık mıııı?