19.11.07

Ben mahkumum

Şarlatanın konuşmasından sonra onlardan biri bana dönüp konuşmaya başladı. En sevmediğim şeydir böyle zorunluluktan kurulan muhabbetler ama... İlk önce kafa sallayıp geçiştirmeyi düşünüyordum. Baştan ciddiye alamasam da zamanla dikkatimi çekip beni şaşırtmayı başardı.

“Tamam, melankoliye doğal bir eğilimiz var. Ama nereden kaynaklanıyor bu eğilim? Sorunun temelinde bu var bence.”

Bla bla bla, şu şöyle bu böyle, BENCE. Sonuna bence eklemesen olmaz zaten. Kimseden yeni açılımlar beklemiyorum ama bazen dinlemek bile yorucu olabiliyor. Bilmem diyerek geçiştirdim. İlgilenmediğim çok anlaşılmasın diye bir iki basmakalıp cümle sarfedecek oldum ki sustum.

“ Nedenini şöyle söyleyeyim. Melankoliye olan eğilimimizin temelinde mükemmeliyetçi yapımız var. İnsan hayatında, tatmin bir halin hakim olduğu mutlu zamanlar azdır. Onlar da genellikle belirli bir mutsuzluğun ardından gelen ve değeri eksikliği ile anlaşılan farkındalıklardır. Aslında büyük bir yer işgal etmez insanın hayatında ama o an ki perspektif gereği değerli görünürler. Hayata renk katarlar. Fakat, uzun sürmez bu halimiz, en sonunda tekrar durumu kabullenmişlikle baş başa kalır insan?”

Hangi durumu? Bana böyle belgesel anlatır gibi hayattan bahsetme.

“ Kabul ettiğimiz şey, şu anki durumumuzun en iyisi olmadığıdır... Dolayısıyla memnuniyet seviyesi ne olursa olsun aklın bir köşesinde daha iyi olabilir miyim sorusu bir gece bekçisi gibi elinde düdükle bekler. Neye göre daha iyi, hangi konuda daha iyi, bunların hiçbirini bilemeyiz. Konusu yoktur o anki memnuniyetsizliğin. Neyin daha iyi olması gerektiğini, hatta bu iyileşmenin gerekli olup olmadığını dahi bilemeyiz.
Aslında bu tatminsizlik suni bir yaptırımdır insanın kendi üzerinde uyguladığı. Zira değişmek kolay değildir ama hayatın her anında değişmek elzem gelir. İnsanın bilinçli olarak kendini değiştirmesi ince bir buz tabakasında tango yapmasına benzer. Ne kadar artistik olsa da en ıslak ve en eski haline geri dönmeye mahkumdur. Bu yüzden, kolay değildir; kendini değiştirmek için bu değişime bağlı bir şeyler atfetmelidir insan. Dahası radikal değişimler ancak radikal kararların sonucunda çıkabilir.”


Pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. İnsan kişisel tarihinde yaşadığı değişimleri fark etmeyebilir, değil mi?

“Evet. Ama bazen değişimin olacağına dair inanç o kadar azdır ki, ve değiştirilmesi gerekenler o kadar çoktur ki, bir gerçeklik kaymasına ihtiyaç duyar insan. Hani kimilerimiz bir anda sebepsiz depresyona sokar kendini, kimilerimiz ise kendi içindeki fırtınaları sığ görür de gözünü sevmeye karartır, hayatın varoluşsal sebeplerini bir kişiye bağlar…”

Haklısın. Bazen tek istediğim dışarıdan bir gücün beni havaya kaldırıp tüm gücüyle yere çalması. Binlerce parçaya bölünmek isterim. Bazı parçalarımı kaybetmek, yerlerine yenilerini koymak bazen, bulamayınca taşla toprakla sıvamak isterim. Yıllardır böyle süregelmez mi insanın kişisel gelişimi, kendimizi tekrar tekrar yaratma süreci.

“Çevrene bir bak. Sonbahar modeli, dökülen yapraklar, ağır tempolu şarkılar, kimse beni anlamıyooo tripleri. Biz ergenlikte bıraktık sanmıştık bu halleri. Doğru ama birçoklarımızın için çok yeni, bir o kadar da eski. Çünkü her zaman böyle olmuş bazı insanlar için değişim, metodolojik bir değişime gereksinim duyulmamış. O insanları bir düşünsene, onları değiştirecek bu dışarıdan gelecek güç ne olabilir? Tabi ki böyle bir şey olmadığı için kendileri yaratıyorlar zorluklarını. Ama o kadar korkak ve kaybedeceklerini o kadar umursayacak kadar çaresizler ki onca seçenek arasından gelecek tehlikelerden en hafifini seçiyorlar. Bir şekilde aşık olmayı umuyorlar. Birine herşeyini verebilecek kadar sevmeyi, karşılığını alamamayı, alsa da tatmin olmamayı dolayısıyla daha çok vermek istemeyi ve verecek bir şeyi kalmayana kadar kendilerini tüketmek istiyorlar. Ah liselim… Bu tükenme ile uzun zaman boyunca şişire şişire patlatamadıkları özgüvenlerini sıfırlayıp, işe baştan koyulmayı seviyorlar. Karşılarındaki insanlar ise yazık durumdan habersiz şaşkın bir ördek gibi izliyor bu olanlar. Bazen bu karşımızdaki tanımadığımız biri oluyor, bazen otobüsteki biri, bazen karşımızdaki.”

Tamam ama bu anlattıkların çok genç işi geldi bana. 28 yaşıma bastım artık bu kadar basit kandıramıyorum kendimi. Özellikle bunların farkında iken bunlara kendimi kaptırmam imkansız gibi. Yani rüya görmeyi umarak uykuya dalmaya çalışmak gibi bir şey. Belki yine içimdeki kasırgalar bir şeyleri yıkmak için uğraşacak, belki bir melankoli krizi belki yeni bir aşk. Ama önceki deneyimlerimde yaşadığım kendimi yaratma süreçlerinden o kadar beklenmedik şekilde güçlenerek çıktım ki kolay olmuyor artık o duvarları yıkmak. Bu sefer değil benle ilgili, hiç beklenmedik bir zorluk çıkması gerek hayatıma.
Bunları söyledikten sonra muhabbetin bu kadar içine girmiş olmaktan dolayı hafif bir pişmanlık yaşamadım değil. Sadece dayanamadım. Nasıl bu kadar basite indirgeyebiliyordu ki?

“ Peki bu senden kaynaklanmayan bir değişim için sana ait olan herşeyi terk edip gitmeye ne dersin?”

Güldüm.
Terk edip gitmek mi? Şu an içinde bulunduğumuz otobüs nereden yola çıktı sanıyorsun? Ya da bu ilk terk edişim mi? Bilmiyorsun ki zamanında bir değil iki değil üç oldu, topraklara düştüm. Yola çıktım, uzaklara gittim, yolun nereye götüreceğini bilemeden sadece yolun bir yere götürdüğünü umarak. Kendimi aradım, hem de yalnız. Yanıma geldiğim yerden tek bir parça bile almadan. Tanrı oldum kendimi baştan yarattım, çok şey yaşadım dedim; der demez beter dibe battım. Dibi gördüm oradan sıçradım. O kadar yürüdüm ki Galile’yi unuttum. Yine başladığım noktaya geri döndüm. Herşey eskisi gibi hiç yol kat edilmemiş gibi. Belki daha güçlü belki daha gerçek. Tam da bu sebepten daha çekilmez. Anladım ki, ben kendime mahkumum.

Evet. Ben mahkumum. Hem de kendime.

Derken mırıldanmaya başladım o neşeli şarkıyı.

Götürün beni dünyanın bir ucuna,
Götürün beni harikalar diyarına,
Bana öyle geliyor ki keder,
Daha az acı verecektir güneşte.

“ Valla birader, bu bahsettiğin şeyleri çok şiirsel buldum. Git bir yerlere yaz yayınlasınlar ya da ne bileyim bir blog tut, okusun bir havuç tavşan. Ama insanın kendisine mahkum olması için elinde ayrı bir özü olan bir kendisi ve bir de benliği olması gerekir. Bunun ayrımını yapmak bu kadar kolay mı sence? Belki insanın varoluşunun özüdür bu perspektif değişmesi. Bir yandan değişimi zorunlu kılıyoruz, yeni bir benlik oluşturuyoruz. Diğer yandan orijini değişerek oluşan yeni benlik geçmişte yaşanan bu değişimi değersiz görmek zorunda kalıyor. Çünkü kendi orijininden bakınca bu değişimin varoluşundaki etkisi ya da önemi görünemeyecek kadar az gibi beliriyor. Dolayısıyla eski değişimin değersizliğinden oluşan boşluklarla yeni değişimlere yer açıyor bu sefer bambaşka ufuklara yelken açıyor. Yepyeni değişimleri zorunlu kılmak için…”

Ne diyebilirim ki? Hemen kabullenemiyorum bu söylediklerini. En azından, şu anki benliğimin orijinine göre… Ama şimdi anlıyorum. Hani zaman beş yıl önce oluyor, yirmili yaşların başları, yeri geliyor, dostlar meclisinde muhabbet oluyor. Konu ergenlik bunalımını yirmilere çıkaran zihniyeti eleştirmeye gidiyor… kimse beni anlamıyooo triplerini bağlayan zatlar, sarkastik üslubumuza maruz kalıp çöp oluyor. Bu sayede hepimizin mevcut dertleri ya da dertleri algılayış şekli daha değerli görülüyor. Ama şimdi o zamanlara tekrar bakıyorum ve o yapılan değerlendirmelerde yüceltilen “hayatımla bir derdim var ama derdim beni kendime mahkum etmiş” tripleri de hepsinden daha leş duruyor.
Ah sizi küçük şeytanlar yoksa melankolinize ilaç olacağımı mı sandınız...
Ah seni özne!
Ve senin küçük orijinin…

4 yorum:

Adsız dedi ki...

goethe'nin faust'unu hatırlattı bana yazın. her yazının tarzının farklı olması ama yine de bir konsepti olması gitgide daha ilginç hale getiriyor.
hadi bakalım, devam.

moya dedi ki...

Sırf sergi,konser hakkında yazarım başka şey hakkında hiç yazmamışım gibi konuşmuş o.. Son zamanlarda öyle denk gelmiş entel dantel aktivitelerden bahsetmişim. Tespitiniz doğru ama sebep değil aslında yazmamaya. Yazılacak daha önemli, daha çok şey olduğundan yazamıyorum. İçimden yazmak gelmiyor bunca şey dönünce kafamda. Daralıyoruz.

Adsız dedi ki...

Ben mahkumun,ben avukatım, ben yabancıyım...Yalnız olmadığımı bilmek güzel..

bkrbyc dedi ki...

o değil de aznavour sonuna çok iyi olmuş..