21.11.08

Ben O'yum

Ciğerlerine dolan havanın onun narin bedenine veda etmeden önce titrettiği tellerden çıkan seslerin dili yardımı ile ağzında şekillenmesinden sonra aramızdaki mesafeyi katederek kulağıma ulaşması, aslında bu seslerin ortak dilimizde anlamlı söz grupları oluşturduğunu bilmeme rağmen bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Karşımdaki insanı dinlemekle dinlememenin çok da fark etmediğini düşündüğüm sözde ender zamanlardan biri. Onunla aynı duruma düştüğüm anlarda gayet olgun ve kendime güvenen bir şekilde “dinlemeyeceksen söyle sorun değil” dediğim bir zamanda karşımdakine bu hakkı çok görmemin çelişkili olduğunu düşünerek zihnimin otoyollarında bir yol ayrımına ulaşıyorum. Ya “kusura bakma kafamı toparlayamıyorum sonra konuşalım” diyip kendi beklediğin şeyi karşındakine sunacaksın, ya da bir an önce kafanı toparlayıp anlattıklarını ciddiye alarak dinleyeceksin. Ha evet bir de karşılık vereceksin. Şart olmasa da.

O yol ayrımlarından birinde tam da tüm dikkatimi vererek dinlemeyi göze almış ve bu işkenceye çilekeş bir şekilde boyun eğmişken duyduğum ilk cümle zaten toparlanmakta zorlanan aklımın elektrik tellerine kısa devre yaptırmaya yetiyor. Hani karşımızdaki insanın bizim dinlemediğimizi düşünerek/umarak nezaket dolu ama çokça saf ve niteliksiz bir şekilde yaptığı yorumlar olur ya, kendisi dahi bunu yakıştıramamıştır kendisine… İşte öyle uçucu bir yorum.


Nasıl oluyor bilmiyorum, bir bilene danışamıyorum ama işte o anda içimde kontrol edemediğim yıkıcı bir güç ortaya çıkıyor ve akıl süzgecini es geçmiş o yorumu parçalara ayırıp, her bir parçasını mahvedip, o mahvolmuş her parçayı sahibinin suratına vurmayı istiyorum. İçimde kontrol edemediğim yıkıcı bir güç diyorum ya, kontrol edilemez oluyor çünkü o yorumun ufak bir noktasına bile dokunsam tekmiline saldırıyor, yıkıcı diyorum çünkü o anda sadece yorumu değil kaynağını da yok etme hissi ile sarsılıyor. Bedenim de zihnim de.


Bir yandan karşımdakinin bir daha böyle basit konuşamayacak kadar tükenmesini diliyorum. Diğer yandan bu tükenişe neden bu kadar müdahil olmak istediğim konusunda şüphelere düşüyorum. Kendi kendime söyleniyorum. Bir kere, sen kimsin ki dile geleni yok edebileceğini, kaynağını kurutabileceğini düşünüyorsun. Diyelim ki kendini bu kadar üstün görüyorsun, peki her dile gelenin bu kadar ciddiye alınmaması gerektiğini, bazen zihnin olgunlaşmadan salıverdiklerinin umarsızca söze dökülebildiğini bilmiyor musun? Dahası sanki senin her söylediğin bu şekilde taşlaştırılarak yargılanacak kadar değerli. Her şeyi bıraktım henüz bir dakika önce onu dinlemiyordun bile. Şimdi dinlemediğin anlaşılmasın diye mi böyle saldırganlaşıyorsun?


Bu sahte sorgulama bile içimde kontrol edemediğim yıkıcı gücü imha etmeye yetiyor. Kiminizi ikna etmese de beni ediyor. Ve karşımdakinin nezaketini, saflığını ve muhtemelen niteliksizliğini bastıracak derecede kırılgan ve sevgi dolu bir hitapla cevap veriyorum. Hani sonunda “tıh” diye ani ve kısa bir gülücükle süslediğimiz cümlelerden. Ne var ki bu sahteliği kaldıramayan benliğim otomatik olarak “ama” ile başlayan bir eleştiri silsilesine başlıyor. Ah be arkadaşım, e hani parçalamayacaktın?


Nazik başlangıcımdan yanlış bir izlenim edinmiş olan karşımdaki insan yeterince evcilleştiremediğim benliğimin bu dolaylı saldırısı ile normalde cevapsız bırakıp geçtiğim zaman oluşabilecek duruma nazaran daha fazla kırılarak hayal kırıklığına kapılıyor. Cevap vermesem, o bir şekilde bu sessizliğin suçunu ya benim yeterince düşünmediğim (düşünecek kadar akıllı olmadığım) sonucuna vararak bende bulacak ya da kendisinin ne kadar akıllı olsa da benim ilgimi uyandıracak kadar eğlenceli olmadığını düşünerek hayıflanacaktı. Şimdi ise ne sessiz kalarak akıllı olmadığım suçlamasını kabullendim ne de onun söylediklerini onaylayarak ona methiyelerde bulundum. Al işte. Hem hayalkırıklığına uğradı, hem de benim nazikçe söylediğim tüm o güzel sözleri sırf kırıcı olmamak için sarf ettiğimi anlayarak daha çok kırılıp tümden hem bana hem kendine güvenini yitirdi. Samimiyetsizlik iyice etrafı sardı.


Derken, ben de karşımdaki insanın başına açtığım bu sevimsiz durumu düşünerek, kendimi sorgulamaya devam edip, her alanda göreceli algının yararını savunurken, şu anda bu kadar kesin bir yargıya varabilmeme şaşırıyorum. Zaten dinlemiyordun, sözlerin hangi bağlamda söylendiğini hatırlamıyorsun nasıl kalkıp da bir cümleyi soyutlayarak soyutlamanın yetersizliğinden bahsediyorsun? Karşındaki insan “ama ben farklı bir bağlamda söyledim” diye seni uyarsa bile ısrarla savını tekrar ederek kendi eksikliğini örtbas etmeye çalışıyorsun. Burada kısa kesip daha kibar bir dile döksem de kendime karşı daha da acımasız olabildiğimi söylemeliyim.


Ama hani kaç yıldır beraberiz ya, kendimi de seviyorum. Bu acımasız tavrım sonucunda kendime acıyıp tekrar kendi zayıflığımdan rahatsız oluyorum. Ama kendime koruma mekanizmam kendimi yüceltecek bir yoldan geçiyor. Bu sefer kendime tıh diyorum. İlla cevap vermek zorunda mısın? Çok dikkatli dinlemiş olsaydın bile, karşındakinin yorumu tamamen niteliksiz olsa dahi illa düzeltmek zorunda mısın? Bırak adamım, kimseye karışma, ben kendim doğrusunu bilirim, kimseyle paylaşmak zorunda değilim. Cool ol adamım.


Bunları düşünmeye başlayınca olgunluk olarak tabir edebileceğimiz karakter özelliği kendini aşarak nonchalance seviyesine ulaşıyor. (sen de okurken kendine hakim ol da nonchalance yerine kayıtsız diyebileceğim konusunda beni düzeltmek zorunda hissetme lütfen) Bu noktaya ulaştığımda -ki o sırada kendime göre zirvede oluyorum- hiç kimseyi, sözlerini düzeltecek kadar ciddiye almamam gerektiği konusunda kendimi telkin ediyorum. En nihayetinde (tıh) kim olduğum az çok biliniyordu ve kimseye kendimi anlatmak zorunda değildim. Kendim o kadar beğeniyordum ki herkesin beğenmesini olumsuz bir şey olarak görüyordum. Karşımdakinin yorumunu duyduktan sonra kibarca gülümseyip, hak verip geçebilirdim. Çokça da böyle yapıyordum.


Ama bu sefer, bir an önce kendisini kimseye beğendirmeye gerek duymayacak kadar benmerkezci adam, ben, karşımdaki insanın kendisini umursamadığımı düşüneceğinden korkarak telaşa kapılıyorum. Onun sevgisinden (güya umursamadığım) mahrum kalma ihtimali dahi benim çekine çekine bir iki kelam etmeme yetiyor. Ağzımdan çıkan garip sözcükleri toparlayamayıp, saçmalayama başlıyor, kendi söylediklerime şaşırarak bu kadar aptal bir insan profili çizdiğime inanamıyorum. Söylediklerimin anlamsız cümleler bütünü olduğunu fark edip ne söylediğimi unutarak bu anlamsız noktaya nasıl ulaştığımı düşünmeye koyuluyorum. En sonunda susmam gerektiğini fark ederek sözlerimi tamamlıyorum.


Karşımdakinin şaşkınlığı ve benim telaşımı sessizce karşılayışı bana olan saygısının bir süreliğine de olsa yitirdiği izlenimini veriyor. Ve kendi derdimi bırakıp dikkatlice onun gözlerinden içeri baktığımda onun da tam o anda yazının başında bahsettiğim yol ayrımına ulaştığını görüyorum. Merakla bakıyorum ne yapacak. Susacak mı, parçalayacak mı?


Ben o oluyorum, o ben. Gülüyorum. Karşımdaki ile samimiyetime göre bu gülümseme kahkahaya dönüşecek hale gelene kadar gülüyorum. Neye güldüğümü soruyor olsa da aslında kendisi de biliyor sadece aynı şeye güldüğümüzden emin olmak istiyor. Cevap veriyorum. Hayır, tüm bu sürecin ne kadar birbirine benzediğine ve her an insanın konumunun nasıl değişebileceğine değil, uzatmadan sadece ne kadar salak konuştum diyerek gülüyorum. O da benim yalancılığıma uyarak, evet diyor. Gülme sebebinin benim salaklığım olduğunu belirtiyor, her ne kadar aslında aramızdaki benzerliğe gülüyor olsa da.


Salak olmanın, ezik görünmenin verdiği hafiflik ve içtenlikle kendimce eğleniyor ve bunu itiraf etmiş olmanın verdiği avantajla karşımdakinin sempatisini topluyorum. Saçma sözlerimi düzeltmenin bir imkanı olmadığını daha önceki tecrübelerimden sabit olarak bildiğim için, saçmalama edimimi vurgulayarak mizaha başvuruyorum. Bu durumumla kendi kendime dalga geçerek hem rahatlamaya çalışıyorum hem de bu durumun münferitliğinden dem vuruyorum. Ne de olsa ben de mükemmel değilim der gibi kendimi rahatlatıyorum. Kimisi bu numarayı yese de çoğu bu mizah anlayışıma nazikçe karşılık veriyor ve konuyu kapatmanın ikimizin de yararına olacağını hissettirerek sözlerini noktalıyor.


Bu soğuk sessizliğin içinde bulunduğum ilk saliselerde yine konuşup konuşmama konusunda çelişkiye düşüyorum. Ah şu yol ayrımları.Tüm bu olanların zaten karşımdakinin saçmalamasından kaynaklandığını düşününce ortaya çıkan durumdan, sonuç olarak salaklığın benim üzerimde kalmasından hoşnut kalmayarak güç ilişkisini tekrar tersine çevirecek oluyorum. Karşımdakinin ise bu güç ilişkisinde kendisini efendi olarak görmediğini ve ya sırf konuşma sonlansın diye görse bile belli etmeyeceğini hissederek bir kelime daha etmiyorum.


Ve tüm bunların en fazla 20 saniyede olduğunu düşününce, aklımdan geçenleri bu kadar genişleterek bu şekilde yukarıda yazabilmeme şaşırıyorum. Ama kendimi tebrik etmekle acımasızca eleştirmek arasında yol ayrımına tekrar ulaştığımı fark edince son cümleye doğru uzanıyorum. İkiyüzlü olmadan bir konuşma yürütmenin imkansızlığını fark ederek hüzünleniyor, yine de daha fazla bu konuya kafa yorarak ne kendi canımı ne de okuyucunun canını sıkmak istemediğim konusunda kendimi ikna ediyorum.



31.10.08

Ben şekilim




Kendini en bağımsız hissettiğin anda bu durumu doğrulamak için yüzünü çevirdiğin ilk referans noktasının bir başka insan olması ve dolayısıyla o doğrulama anından itibaren bu bağımsız durumun kendini yok ediyor olması hmm nasıl diyelim: çok acı. Dahası, bunu farkettikten sonra insanın ilk aklına gelen soru şu oluyor: Varolduğunu zannettiğim bağımsızlık durumu gerçekten yaşanmış mıydı? Yaşandı ya da yaşanmadı canım boşver gitsin, zaten büyük tanımlamalara gerek yok, biz kimiz ki bağımsızlığın ne demek olduğunu anlayacağız. En kötü anlamaya çalışırız. Aynen anlamaya çalıştığımız gibi de bağımsız olduğumuzu hissetmeye çalışırız. Yani belki tam bağımsız olma durumu olmasa da bağımsız olma hissiyatı mevcuttur.

Fakat hala bazı noktalar belirsiz. Pek de gergin olmayan bir sapanın lastiklerinden fırlamış gibi nereye hedeflendiği belli olmadan düştüğüm bu dünyada kendi hayatımı yaşamaktan başka bir seçeneğim yok. Kuramsal olarak tamamen bağımsız olmalıyım. Pardon ama kendi hayatımı yaşayacağım derken? Kendi için yaşamak... onu da ne kadar kendi isteğim ve kontrolümle yaşayabiliyorsam. Demek ki hedefinin ne olduğu belli olamasa da o düşen parçanın yapabilecekleri belli.

Hani,sanki herkes kendi hayat romanını yazıyor ama kelimeler - cümleler çoktan belli. Daha da kötüsünü mü istersiniz? Romanı kendine değil başkalarına yazıyor olmak.

Ya o kadar da basit değil. Olmamalı. Kimse kestirip atamaz ne yapıyorsak başkaları için diye. Madem öyle, çocukluktan başlayarak kopardığımız bağlarla başkalarının gözünden/elinden/dilinden muaf bir alan yaratma çabamız niye? Ya da kendimizden sıkılarak kitlelerle coşmak ihtiyacımızın sebebi ne? Bana kalırsa hem o kadar basit değil hem de bu düşünce genel bir düşünüş sisteminin basit bi sonucu. (Üff bırak şu düşünüş sistemlerini ve biraz daha betimleyici ol.) Bağımsız bir yaşayış şekli olduğuna romantik bir bakışla “inanmakla”, bunun kesinlikle varolmadığını “düşünmek” arasında hiçbir fark yok. Her ikisi için de yaşama eylemini bir alana (öznel ya da toplumsal alan) hapsederek tanımlamaya çalışmaktan başka bir şey değil.
Öncelikle, romanı başkasına yazıyor olmak çok farklı şekilde algılanabilir. Başkaları okusun diye mi? Eğer bu anlamdaysa üzgünüm laf salatasından öte birşey değil. Ne benim dışımda kalan herkesin hayat romanımı okuması(hatta buna ulaşması ya da varlığından haberi olması) mümkün, ne de romanın tümünü okuyabilecek derecede benliğimizle içiçe geçmiş herhangi bir öteki özne mevcut. Yani başkaları dediğimiz boş bir referans noktasından öte birşey değil. Sadece insanın kendisine dürüst olamayacağını anladığını anlarda başvurduğu dışardan bir göz görevini görüyor olabilir. Yani bıraksan insan bağımsızdır ama kendi yarattığı otoritelerle bu “başıboşluğa” (burada kelime metaforik anlamda değil tam kelime anlamında kullanılmıştır) son verme amacındadır. Hatta dikkatinizi çekerim: “author” ile “authority” kelimeleri kelime kökleri açısından kardeş olmalarının dışında görevleri itibariyle de kuzenlerdir.

Bir başka algılama şekli ise romanı başkaları için yazıyor olmak olabilir. Yani yaptıklarımızın bilincinde olmamıza rağmen bunun öznel bir sebepsellikten gelmediğini düşünmek. Hayvan hayatını düşünebiliriz. Belirli edimlerle bezenmiş bir yaşama şeklimiz var, ve bu insan-insan, insan-doğa, vs.-vs. arasında süregelen ilişkiler sonucu belirleniyor. Bu doğrultuda yorumlayacak olursak zaten bağımsızlık denen kavramın varolamayacağını düşünmemiz gerekiyor. O yüzden bağımsız olmamak kesinlikle rahatsız etmemeli.

Ama tüm bunları göz önünde tutmak, yani başkalarına yazıyor olma fikrinin var olmadığını düşünmek bile ctrl+A’ya basıp tek bir tuşla tüm bu yazılanları yok etme isteğimi perçinlemeye yetiyor. Ama direniyorum, zira başkalarına yazmanın mutlaka başkalarına hitap etmek anlamına gelmediğini (gelip gelmediğini) öğrenme niyetindeyim. Hayır, yanlış anlaşılmasın, kesinlikle yazmayı üstün tutan ve bu edimde temelli bir neden arayan entellektüel bozmalardan değilim. (ha farklı bir şekilde entellektüelim anlamına da gelmesin de : ) Sadece bunca zaman yaşamakla yazmanın neden bu kadar benzetildiğini anlama niyetindeyim. Yani okullarda yazı yazmak (≠yazmak) değil de şekil çizmek (≠çizmek) öğretilseydi, birgün o şekiller harflere dönüp yazıya dönüşecek miydi? Her harf de sonuçta bir şekil değil mi? Nerden geldi onun şekil olmaktan öte şekillendirici görevi?

Ben şekilim. Çok şekiiiiil. Yazmayı çizmekle bir ederim.

Sonuç olarak ister başkalarına yazmak olsun ister kendine yazmak olsun, yaşamaksa mevzu bahis, ben otoriteyim diyen blogla buna direnen yazar arasında ne kadar fark olabilir ki?


10.9.08

Ben görünmezim


Buradan bakınca herşey çok daha çekilebilir görünüyor. En azından kimsenin yüzünü görmek zorunda değilim. Benim için hiçbirinin bir kimliği ya da karakteri yok. Hatta hepsi birer nesne. Otobüsün her yalpalayışında kafaları sağa sola doğru aynı anda sallanan nesneler. Benzin istasyonundan satın alınmış gibiler. Evet, biliyorum ben de ön tarafa oturunca aynı duruma düşüyorum ama zaten bu sebeple en arkada oturduğumu söyleyebilirim. Hiçbirini tanımadığım gibi onların hakkında düşünmek ve tiplerine bakarak birer hikaye yazmakla oyalamıyorum kendimi. Ya da şu yan tarafta oturan çocuk gibi çantamdan çıkardığım mürekkebi kurumamış mektupları okuyup, hüzünlenmeye çalışıp, yeterince üzülemediğimi farkederek boğucu müziklere başvurmuyorum. Yaşıyoruz, gidiyoruz bin şükür.

İtiraf etmeliyim. Hiçbir özelliğim ya da çekici yanım yok. Bir kere bakanın bir daha bakası gelmiyor. Ya da kimse yanımda oturan şu sıkıcı giyimli bayla iki çift laf edeyim demiyor. Ama kimse farkında değil, en büyük özelliğim de bu aslında.
Ben ee şey ben ee evet, görünmezim. Ben rünmezim
Harry Potter hastası geç ergenleri heyecanlandırmasın bu lafım. Görme duyularının ötesinde kendini idame ettiren bir varlığım yok. Sihir değil büyü değil. Sadece ben görünmezim diyecek kadar kimsenin umurunda değilim. Aman melankoli bağımlısı kimse beni anlamıyor yeni yetmelerini de heyecanlandırmayayım. Bu durumumdan çok ama çok memnunum. En büyük özelliğim değil boşuna. Bu sayede kilometrelerce yaşıyorum. Büyük şehirlerin ana caddelerini parselleyip, kendimi bir orman yolunda buluyorum ya da toprak yollarda kırların büyüsüne kapılıp, uçurumlarda ölümlerden ölüm beğeniyorum. Kimi zaman demiryollarına paralel gider halde otobüsü lokomotiflerle yarıştırıyor kimi zaman dağlar arasında yılan gibi kıvrılan yollardan mühendislik harikası tünellere imza atıyorum. Çoran'ın dediğine uygun, fiziksel gereksinimleri giderilmiş bir birey olarak bilgiye ihtiyaç duymadan yaşamaya çalışıyorum. Ne idealler konusunda bir endişem var ne de bilinmeyenler. Otobüs nereye götürürse, kaderde görülecek ne varsa, gidiyorum, görüyorum. Yenmek umrumda değil.
Yolculuğun en başından beri burdayım. Anlaşılan daha uzun bir süre daha burada olacağım. Şu an size seslenmeye karar verdim zira anlatacaklarım var. Görülen ile anlatılan bir olmasa da bilin ki bu anlattıklarım gerçektir. Bunları bilmeniz bir şey değiştirmeyecek, sadece benim varolmaya nasıl devam ettiğim hakkında bir ipucu verecek. Bu durumdan feyz alır da kendi güvenliğiniz için kullanırsanız ne ala. Kullanmazsanız sonuçlarına katlanırsınız. Aslında umrumda değilsiniz, kimse ile bir bağım yok nitekim. Ama biz bağımsızların, umurunda olmayanlarını soyunu devam ettirme gibi bir endişesi vardır içten içe. Vurdumduymazlar krallığının gökten yeniden inişine yakarır gibi. Neyse.
Cinayet desem değil, intihar olması pek muhtemel değil. Bir vahşet, ama öznesi ile nesnesini kesiteremediğimiz, yok olanın akıbeti hakkında bilgi veremediğimiz. Mevcudiyetleri son bulsa da sürekli hala orda olduğunu hissettiğimiz bazı ben'lerin tükenişi. Kendilerini tükettiler diye bir not bıraksalar sebebi belli olurdu, inanırdık. Ama kimsenin bir tahmin yürütemediği kesin. Ne olduğunu bilmiyorum, ama herşey molalarda oluyor. İhtiyaçtan mıdır, meraktan mıdır bilinmez inenlerden bazıları geri binmiyor. Dahası kimse geri binmeyenlere ne olduğunu merak etmiyor. Muavinin elinde bir liste olmasına rağmen, sayıca azalıp artmamıza rağmen hiçkimse kontrol etmeye kalkışmıyor. Sanki birisi ses çıkarsa başına gelecek benzer kaderden sıyrılamayacak gibi. Otobüs kalkana kadar o kulakları delen, kanı donduran, zihni etkisizleştiren sessizlik...
Dolayısıyla ben de susuyorum. Kimileri harekete geçtikten sonra bu konuda konuşmaya başlıyor, kimileri muavine şikayet ediyor, bazıları veda mektuplarını hazırlıyor. Hiçbiri bu kaderi kabullenebilecek gibi değil. Hissediyorum, içlerinden biri çıkacak bu gidişe dur diyecekti. Ben ise kabul etmek ya da etmemek başka bir konu, böyle bir durumun varlığını yadsıyarak kazanıyorum. Ne mi kazanıyorum? Vakit. Başka ne kazanabilirim ki, yenmek umrumda değil zaten.

Yazılar, molalar, içeride kalanlar, dışarıda ne durumda olduğu belli olmayanlar. Birileri karar veriyor kimin kalıp kimin gideceğine. Yine başa geldi işte diye düşünenler oluyor. Ama ikinci mola herkesi daha çok rahatsız ediyor çünkü ilkinin istisnai olduğu kanısını çürütüp yokeden bir umutsuzluğa sebebiyet veriyordu. Bu ikinci mola biraz garipti. Tembellik, isteksizlik değil, bir rakip mecraanın etkisi egemendi.
Her verilen moladan sonra yerini korumuş olmaktan memnun yolcular hem dikkat çekmemek için hem de o anda hala otobüsün içinde olma şansına sahip olmanın tadını çıkarmak için sessizce, sebepsizce dışarıyı seyrediyorlardı. İşte o anda hiçbirinin benden farkı yoktu. Hepimiz kendimizce görünmezdik. Ama bende bu cana can katan o sabır olmasa, ben de onlar gibi ancak kısa bir müddet görünmez kalabilirdim. Ben de onların bu kısa süreli farklılıklarından faydalanıp, bu garip durumda nasıl göründüğümü merak ederek herbirini seyrekoyuldum. Neler gördüm...
>Gördüm. Dışarıya bakan gözlerin camdaki yansımasını gördüm. Görmenin verdiği, daha doğrusu görüntünün görme duyusunda işlenip rüşvetle akla binbir güzelliği getirdiği haz ile renkli olanın, hareketli olanın büyüsüne kapıldıklarını gördüm. Adeta taşlaşmışlardı. Uyuşturucu etki gösteren bir ayine katılmış gibi ya da diğer bir ifade ediş şekli ile sadece televizyoda bir komedi programı izler gibi donuk, şaşkın ve görselliğin büyüsüne kapılmış halde dışarıya bakıyorlardı.
>Gördüm. Dışarıya bakan gözlerin camdaki yansımasında iktidarı gördüm. Olana dışarıdan bakabilmenin dolayısıyla direkt etkisi altında kalmamanın ve istediği anda sadece göz kapaklarını kapatarak ya da bir tuşla out vererek bu görsel şova bir son verebilmenin verdiği gücü gördüm. Yalnız bu diktatoryel bir güç değil; görünür olmadan görebilmenin verdiği muktedir kazançla beraber hediye edilen bir pasiflikti. Tabi ki herkesin hoşuna giderdi.
>Gördüm. Dışarıya bakan gözlerin camdaki yansımasında iktidarın basiretsizliğini gördüm. Göze hitap etmenin verdiği kaygı ile iletiden/iletişimden uzak yapısında var edilenlerin çabucak yok oluşunu tecrübe edip, basitçe üzüldüklerini gördüm. Ama eminim vardı, içlerinden birkaçı; görüleni kendince yeniden yaratıp salt iletim amacını aşarak farklı gözlere kırkbir mana peydahlatacak şekilde basiretsizliği aşacaklardı. Yarattıkları göze, gönüle, akla hitap ederken afyonları patlatacaklardı. Yine de çoğunluk bu durumun çekici olmayan yanlarından çekinerek enfiyelerine sarılmaya devam edeceklerdi. Gözlerinin feri geçmiş bir şekilde parmak oynatarak olanlara bakıp olanı olduğu gibi kabul etmekte kalacaklardı.
Derken.
Aniden.
Ayağa kalktı onlardanbiri aniden alev alan bir ateş gibi. Bir ateş ki feri kaçan gözlerde Prometheus'u yattığı yerden geri diriltirdi. Ellerini havaya kaldırınca üzerine bol gelen elbisesinin kollarına çarpan boynundaki kolyelerin renkli renkli taşları feryat figan birbirlerini itiştirdi. Derviş görünümlü bu uzun saçlı derbeder adamı akıl kategorilerinde nereye sığıştırıcaklarını şaşıran kalabalık olanca dikkatini dışarıdan alıp adama yöneltti. Derviş elinde kötü bir mecmua kafasını kaldırarak avazı çıktığınca bağırdı:
"Ey Hayat Yolcuları! Önce kelam vardı."
Sonra konuşmaya devam etti. Kendi güvenliğim gereği konuşmanın gerisini iletemeyeceğim. Ama biliyordum ki hikaye uyarınca aslında tüm yolcular onun söylediklerini dinlemeliydi. Sözde de olsa bir uyanış gerçekleşmeliydi. Metine göre bu haykırış onlara tekrar yaşama sevinci aşılayacaktı. Kimbilir bir türlü yuvarlanamayan diller şekillere akacak, satırları doldurup sonsuzluğa kavuşacaklardı. Metîn olup, metin olcaklardı.
Peki metin metni açıklayabilir miydi? Bu yolcular dervişin lafını daha önce çok duymamışlar mıydı? Devir ani uyanış devri miydi ki, saman alevi benliklerini saracak ve o benliği yırtarak yenisini yaratmaya kalkaşacaktı? Gerçekten önce kelam var mıydı? Yoksa görülenden ötesini vaadetmek tüm zamanların en başarılı işi olan umut tacirliği miydi?
Beni az çok tanıdınız... Tabi ki dervişin ayağa kalkışı benim durumumda hiçbir değişikliğe yol açmayacaktı. İdealler dünyası için fazla yerimi seven biriydim. Ama yerimden kımıldamasam da zihnimi kontrol edemedim. Soruşturma bi kere başlamıştı...
Acaba dervişin diğer delilerden bi farkı var mıydı? Neden güzel güzel görünenin tadını çıkarırken birileri bunun gerçek olmadığını iddia etme ihtiyacı hissederdi? Acaba tersi kanıtlanamadığı için mi? Gördüğümüz olgunun göründüğü gibi olmadığını bize sürekli hatırlatan nedir? Acaba salt görüntüyü idrak etmekten uzak mıyız? Yani neden gözümüzden ulaşan görme duyusunun her iletisinin yanına beynimiz ona eşlik edecek sözleri-düşünceleri yerleştirmektedir? Sözümle gözüm birbirinden bu kadar mı uzaktı? Parmaklarımın tuşlara basma hızı düşüncelerimi iletme hızıma yetişemezken, saliselik bir fırça darbesi o anki duygularımı nasıl da uygun bir şekilde ifade edebiliyordu. Fakat bu sefer tersinden, en sonunda ortaya çıkan görüntü bana hiçbir şey ifade etmezken, nasıl da satırlarca kusulan bir metin ruhuma ruh katıyordu? Aralarında bir ortak yol var mıydı? Yani yazı ile görseli birleştirmenin bir yolu var mıydı? Yoksa görme duyusunun kabiliyeti kendi başına varolmaktan bu kadar aciz olduğu için mi herzaman görünenden ötesi olduğu hissiyatı mevcuttu? Gerçekten önce kelam mı vardı?

1.9.08

Ben yazım

Yazın/-* Yazı/-* Yaz? Huh!
Bir yaz mevsimi de böylece geçmiş oldu. Geçmiş olsun!

26.5.08

Ben l-egoyum

Beeen geleceğim. UuuUuuu! Beeen gelecegiiim. UuuUuuu! Ho-ho-ho hem isim olarak ben gelecek zamanım manasında hem de çekimli fiil olarak ileride olacak bir faaliyete işaret etmekte. UuuUuu, çok seksi. Ver double-entendre'i şaşırt ağabeyleri ablaları.

Hadi ordan gazoz kapağı! Sizi bilmem ama gecen yazının yazarı biraz uçmuş gibi geldi bana. Geçmiş olan gelmiş gitmiş de şimdiki gelecekte kendini görmüş de senler benler onlar birbirine girmiş de pişmanlık söz konusu olmaya başlamış sanki. Anlamıyorum ki, "ya kusura bakmayın bi karar verdim hayvan gibi pişman oldum simdi kendime yediremediğim için turlu benzetmeler süslü kelimeler bularak kendimi kendime affettirmeye çalışıyorum" demek bu kadar mı zor? Sanırım kimileri için zor, zaten su hayatta en sevdiğim cümlelerin altında kaybedenlerden birinin imzası bulunuyor. Zira onlardan daha iyi beceriksizliklerine kılıf uyduran bulunmuyor.

Oysa ben oyle miyim? Hah sanma ki bunu soru olarak sordum, tabi ki cevabini biliyorum ve bir kez daha tabi ki öyle değilim. Nedeni ise çok basit:


Ben l-egoyum.

Sakam yok ben daha pişman olmadım. Zaten ne yaptıysam hepsini hakkıyla yaptım. Hakki darken herhangi bir arkadaşımdan bahsetmiyorum. (Hahaha yine çok komiğim Tanrı affetsin! ) Ama yine de bir önceki ezik yazarın sorusuna söyle bir egileyim ona kendimce bir cevap bahşedeyim dedim.

Pişmanlık dediğimiz tatlının ne hissi vardır ne gelecekten gelen bir habercisi. Sadece mükemmeliyetçi yanımızın bize dayattığı herseyin en iyisini yapma arzusu vardır. Yani bir karar anında aslında gelecekte pişman olacak mıyım gibi saçma sapan bir kaygıya kapılmayız. Orada hakim olan tek kaygı acaba verdiğim kararı hakkıyla yerine getirecek miyim sorusudur. Daha somut(?) konusmak gerekirse aslında bir ise baslarken en iyisinin mevcut olduğuna dair inancımız bizi bir şekilde her ihtimali hesaplamaya ve kapasitelerimizin en optimum düzeyde nasıl kullanılabileceğini sorgulamaya iter. Bu sorgulamada aldığımız cevaplar pozitif iken mutlu ve biraz da armutlu günler geçiririz. Pişmanlık tatlısının tohumları ise bir anlık boşluğumuzda karsımıza çıkan eyvah daha iyisi mevcut muydu acaba sendelemesi ile toprağa serilir. Oradan sonra alır bizi bir monolog, sunu söyle mi yapsaydım, surda sunu demese miydim, derken en sonunda kekse sunu yapmasaydim ile gelen çöküş. Hatta kimi durumlar olur, en başından dahil olmadığımız için tam kontrolü elimizde hissedemez ve ise konsantre bile olamayız. Pardon olamazlar yani. Kimileri ise ne kadar isler tıkırında giderse gitsin tahayyüllerine uygun aktif bir kapasite kullanımı olmadığı için o isi sabote etmeye bile kalkar. Al sana o sorgulama anında gelen turlu sapkinliklar. Ama simdi söyle bana o sırada hangi bünye restart game demek istemez ki, ya da en güzel yerinden reload… Pişman olacağıma hiç ama hiç başlamasaydım bu ise demekten daha öteleri de gelir basa. Hatta rivayete göre kimileri ileride pişman olabilirim korkusu ile hiç başlamaz o ise. Yine bahaneler mevcuttur, misal uygun zaman değildir ya da daha iyisinin oluşabileceği şartlar mevut değildir. Tıpkı bir blog yazısının yazılma vakti gelmesine rağmen yeterince iyi olmayabilir korkusu ile ertelenerek gecen günler haftalar gibi… Gerçi bu örnek nerden cıktı bilmiyorum ama umarım somut bisiler ifade edebilmiştir.

Bu mükemmele referansla gelişen arzu bir şekilde idealize bir duruma yönelik çabayı tevsik ederken diğer yandan birçok kararı etkiler ve kişiyi sekilendirir. Aslında bir önceki yazarın bahsettiği gelecekteki benin şimdiki beni sekilendirmesi de bundan kaynaklanıyor. Mükemmele varmak için kurban edilen öznel yönelmeler…

Fakat bu performatif güç çelişkili bir durumu da beraberinde getirir. İnsan bir yandan mükemmele ulaşmaya çabalarken diğer yandan kendi isteklerinden odun vermektedir. Gerçekte böyle bir durum olup olmadığını, ya da mükemmel ile öznel arasında bir karşıtlık olup olmadığı baska bir tartışma konusudur, belki ileride konuşulur. Ama kişinin o anda hissettiği hayati hakkıyla yasamak uğruna hayati gönlünce yasayamadığıdır. Ya da buna benzer bir his iste. Bu hissin farkında olan bir bünye için pişmanlık belki kaçınılmaz hale gelir. Zira bir durumda mükemmele ulamsak için gerekli adımlar atılmadığı için diğer durumda ise hayati sırf hayat olduğu için yasayamadığı için yasadığı pişmanlık.

Daha önceki yazılardan biri ilişti gözüme. Onlardanbiri ben kahramanım derken nasıl da rastlantısal yasayıp daha sonra geçmişimizi anlatırken rasyonel bir forma soktugumuzdan bahsetmiş. Aferin kendisine. Ondan feyz alarak konuşuyorum ki, bu yukarıdaki bahsettiğim hakkıyla/gönlünce yasamak paradoksunda bir baskın taraf ilan etmek gerekirse sunu sorabiliriz kendilerine. İster hakkıyla yaşayalım ister rifkiyla en nihayetinde kendimce yasadığımı hissetmeden (öyle olmasa bile) nasıl geriye/geçmişe bakıp pişmanlıklarımı gölgeleyecek rasyonalizasyona girişebilirim? Öyle değil mi Hakki?

Aman hakki dediysem, olsun kul hakki. Zira kaç zamandan beri kul dediğin Hak'i kendisi sanardi. O derdi, onları es geçerdi.

6.5.08

Ben geleceğim

Dur. Karar vermeden önce bir daha düşün. Gerçekten bunu istediğine emin misin? Gerçeklikten bunu istediğine emin misin? Gelecekte bu kararı verdiğine pişman olabilirsin.

Hayır. Çok saçma, ben, ben yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım. Olmam. Asla. Beni ben yapan ne varsa geçmişte, ister iyi ister kötü, bir şekilde faydası dokundu. Şimdi dönüp baksam geçmişe çok ufak detaylar çıkar değiştirmek istediğim, onlar da asla pişmanlık yaratacak kadar kökten etkilememiştir beni derim.

Ha-ha, seni küçük budala. Nasıl da beceriyorsun kendini bu kadar kolay kandırmayı. İnsani bir reflekstir pişman olmam demek. Daha iyisini bilemediğin için kendini en iyi yerde bilirsin. Geçmişteki hataları, eline geçen fırsatları hatırlatsalar keşke sana. Korkarım kesik kesik ağlamaya başlarsın o anda. Köpek gibi pişman olmazsın, sadece ufak bir sızı duyarsın zira sadece seni ilgilendirmektedir o gerçekleştirilemeyen potansiyeller. Çok şükür başkasını etkileyen bir olmamışlık yoktur hayatında. Ama bu sefer de kendine yabancılaşmaz mısın? Naaptım laan kendime diye sormaz mısın? Bir bak hayatına, o yaşanmayanlara. Pişman olmamak – dünyanın en mutlu insanı için bile- mümkün mü bu dünyada?

İyi de, istediğini söyle, şu dünyaya tekrar düşsem bile şu mevcut bilgilerimle, yine aynı hayatı yaşamak isteyeceğimdir, ama bu sefer biraz daha gönlümce. Şimdi bana küçümseyici bakışlar atma. Çok basit bir sebebi var. Diyelim ki o sekizekimden beri başıma gelecekleri biliyorum. Bu büyük güçle hayatımın herhangi noktasında akışı değiştirebilme imkanına sahibim. Söylesene yaşın ister yirmi olsun ister elli, hangi anını hayatına müdahale edecek kadar “hayati” görebilirsin. Söyle bana, doğduğun ve öldüğün andan öte ne vardır hayati olarak nitelendireceğin… Dahası biraz akıllı olan herkes bilir ki, madem elimde gelecekle ilgili böyle bir bilgi var, e o zaman istemem kaybetmeyi bu cevheri, onunla oynayarak.

Bak arkadaş, açık konuşalım. Lütfen bu süslü lafları başkalarına sakla. Geçmiş zaten geçmiş. Geriye dönüş olmadığını bildikten sonra atıp tutmak kolay. Öyle fantastik bir yolculuk olsa herkes kendine bir pay biçerdi merak etme. Kimisi depremi önceden haber verip on binlerce insanı kurtarırdı, kimisi krizle gelen devalüasyon önce cebini eurolarla doldururdu. Neredeyse herkes bir şekilde ya yüreğini ya cebini şişirirdi. Geri kalan ufak bir kısım ise, senin gibi müdahil olmadığı için gururla bu felaket tablosuna bakardı. Madem geçmiş geçmiş, herşey sana göre yerli yerine yerleşmiş, o zaman söyle şimdiki pişmanlık endişesi niye?


İşte bu anda verecek bir cevabım kalmıyor. Nefes almak zor geliyor, başımı önüme eğiyorum. Onun yüzüne dahi bakamıyorum. Sanki bakarsam göreceğim surattan korkacak gibiyim. Çünkü onun kim olduğunu biliyorum. O benim. Gelecekteki benim.

Ben geleceğim.

Pişmanlıklar düz örülmüştür kimileri için. Bazıları vardır, kendince romantizmi bol bir geçmiş, destansı bir kişisel tarih yaratmıştır. Bir yanda çok büyük mutluluklar ve diğer yanda ise derin acılar vardır. Ve bu iki çeşit tecrübenin ortasında, tam ortasında o örgünün düğüm olduğu anda, bir pişmanlık saklıdır. Örgü düzdür, ortası düğümlüdür.
Pişmanlıklar ters örülmüştür kimileri için. Pişmanlık duygusu değil, korkusu hakimdir. Bahsi geçen pişmanlıkta geçmiş konu edilmemiştir. Keşke ile başlayan bir cümle kurulmamıştır. Örgü yaşanmış olandan yaşanıyor olana değil, yaşanılacaktan yaşanıyor olana doğru ilmiklenmektedir. Düz örülen pişmanlıklardaki gibi, şimdiki benin geçmişteki benin yaptıklarından dolayı pişman olması değil. Gelecek benin geçmişe bakarak şimdiki benin verdiği karardan ötürü duyacağı muhtemel bir pişmanlıktan kaynaklanan bir pişmanlık kaygısı yaşanmaktadır. Bunu yaşayan ise tam da şimdiki benin kendisidir, zira gelecekteki ben henüz var olmamıştır.
Aslına bakarsak biraz çelişkili bir durum. Yani nasıl şimdiki ben geçmişte yaşanılanlardan dolayı bir pişmanlık duymuyorsa, aynı şekilde gelecekteki ben de bugün yaptıklarımdan ötürü bir pişmanlık duymayacaktır. Fakat bu durumu bilmeme rağmen, bu kararımı rahatça vermemi sağlayacak o fikri garantiyi vermiyor. Nedense bir şekilde gelecekteki benin yaşayacağı muhtemel pişmanlık duygusunun yarattığı kaygı, dönüyor dolaşıyor ve şimdiki benin vereceği kararı iki kere düşünmesine, daha çok sorgulamasına ve olabilecek bir aksaklık karşısında önlem almasına yol açıyor. Ah işte gün be gün insan nasıl da kendini şekillendiriyor. Hem de henüz yaşanmamış bir geleceğe hazırlanmak gayesiyle…

Dur ama bir analitik hata daha var. Madem bunu kaygıyı yaşayan tam da şimdiki benin kendisidir, zira gelecekteki ben henüz var o zaman var olmayan bir benlik nasıl olur da şimdiki benliği etkilemekte onun vereceği kararları şekillendirmekte bu kadar etkili olabilir? Hem, hem zaten aslında o şimdiki benin geleceğidir, yani şimdiki benin kendi gerçeklik algısı ile oluşturduğu ve o an/mekana ait kaygıları içinde barındıran bir hayali benliktir. İşin aslı, zaman geçer de gelecekteki ben diye bahsedilen benlikten şimdiki ben diye bahsedecek olursak o zaman göreceğiz ki onun gerçeklik algısı apayrı, o anda zihnini meşgul eden kaygıları farklı olacaktır. Dolayısıyla pişmanlık endişesi yaratan kararın verildiği anla ilgili düşünceler önemsiz kalacak ve aynı şimdi bana geçmişte pişmanlık yaratacak kadar önemli bir kararın olmadığı hissettirmesi gibi gelecekte de bu zamana ait derin olmayan yüzeysel izler kalacaktır.

Bu durumda yine başladığımız yere dönüyoruz. Tamam her şekilde içimizi pişmanlık korkusundan arındıracak analitik silahlara sahip olsak da, nasıl oluyor hala bu kaygıyı derinden derine hissediyoruz?

Bunun cevabını şimdi değil daha sonra vereceğim. Nasolsa ben geleceğim.

11.4.08

Ben rüyayım

Gördüğünüz gibi otobüsün içinde bir yer edinmeye çalışmadım kendime. Dışarıdan bakıyorum diyelim. Ne de olsa "onlardan" biri sayılmam. Birkaçının tanıdığıyım. Ara sıra binerim otobüse, çoğu zaman kendi isteğimle olmasa da bu - öyle ya, bir hava akımıdır çoğunlukla beni içeri sürükleyen, şikayetçi değilim bu durumdan, çünkü "onlar" arasında gereksiz polemiklere yol açmamak için dile getirmekten çoğu zaman istiğna etsem de, onların çoğu aslında, nasıl söylesem, af edersiniz "benim". Her neyse; bu kendini gerçek zanneden varlık görgüsüzlerine asıllarını hatırlatmak değil şu anlık varoluşu meşgul etmemin sebebi. Benim bir derdim var: uyurgezerim. Kendimi olur olmaz yerlerde bir tanrı biçiminde bulduğum oluyor, dünyalar kurguluyor, evrende uyukluyorum. Veya ortasında bir düşünce zincirinin - zaman zaman ola ki bölmeye kıyılamayacak denli büyük ve güzel bir zincirin ortasında, kendimi hatırlatıveriyorum, 4 yaşındaki bir çocukluk anısıymış kendim. Uykumu bölen bu sayısız çağrının hepsine yanıt vermek, çantamı toparlayıp her birini yerinde (?) ve zamanında (?) ziyaret etmek zorundayım; bu bizim gibiler için, nasıl dersiniz, bir meslek etiği. Bu yüzden gezer ve uyurum yani uyurgezerim, çünkü üzerinize afiyet uykuya biraz düşkünlüğüm var.
Evet niye burdayım, onu anlatıyordum. az önce bir cümle haline girmiş idim, bir Marcel cümle, ve o cümle haline girmiş kendimi burada buldum, benden habersiz kalkan bir otobüsün koltuklarının birinde. Gelip kendimi kontrol edeyim dedim. Alıp götüremem artık, o biraz da buranın olmuş çünkü. Bu yüzden diyorum ya, onların hepsi biraz bendir aslında. Cümlemiz şudur efendim: "Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve o hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder?"
Kim o? Deme Cancağızım, benim ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına,
Başdan-başa sen.

30.3.08

Ben adağım

Ben de onlardan biriyim. Sadece onlara göre biraz daha meşgul olduğum için ancak şimdi sesimi iletme imkanı buldum. Meşgul derken kelimenin işgalle aynı kökten geldiğini hatırlayacak kadar zaptedilmiş bir durum benimkisi…
Tabi bu meşguliyetin ana sebebi yapacak işlerimin çok olması. Ama sanmayın ki hayatım çok yoğun o yüzden sürekli bir koşuşturmaca içindeyim. Tam da tersi yani, sırf yoğun olmamak için hiçbir sorumluluğun altına girmediğim bir dönem. Hani bir şeyler üzerine düşünüp karar vermem kolay olsun diye. Ama nedense sürekli bir yapacak işlerle çevrelenmişlik durumu değişmiyor. Nedeni aslında çok belli: hiçbir şey yapmadığım için yapacak işler hiçbir zaman azalmıyor. Olağan bir rahatsızlık hali, yani bir şeyi bitirmiş olmanın verdiği mutluluk ya da rahatlık olmadan yaşanılan dakikalar, saatler, günler, haftalar.
Ama yine de çok seviyorum. Neden bilmiyorum, önce gaza gelmek için bir iki şarkı açıyorum. Sonra yapmam gereken şeyleri kafamda sıraya koyuyorum. Listenin hemen başına yaşadığım çevreyi düzenli bir yerin ve yaşamın sinyallerini veren bir hale getirmek var. Ya odamı topluyorum ya da kafamı… En sonunda masamın başına geçip, gerçekten yapmam gereken şeylerin listesini yapıyorum. Çizelgeler, tarihler, gün-saat ayarlamaları. Tüm bu ön hazırlık bile saatlerimi alıyor. Ne güzel işte saatler geçiyor.
Sonra ise en zor kısmı geliyor. Seçim zamanı, diyelim bir şeyler okunması gerek, hangisinden başlasam? İşte buna karar vermek için bile yoğun bir uğraşa giriyorum. Derken iki saat geçmiş oluyor, buyurun size mola vermek için bir sebep.
Mola anlarında ise dinlenmek ya da kafamı rahatlatmak yerine kendime nasıl daha çok iş çıkarabilirimin kaygısına düşüyorum. Mazoşistçe bir zevk sanki, işler biriktikçe daha güçlü bir imaj çiziyorum sanki benliğime.
Ve gerçekten işimin başına geçmem gereken anlarda, odamı toplama bahanemden sonra kendimi kötü hissettirmeyecek fakat yapmam gereken işlerden alıkoyacak bir sorun çıkarıyorum kendime. Kendim çıkaramazsam da Tanrı koşuyor yardımıma telefonum çalıyor ve birisi bir konuda yardım istiyor. Aaa şimdi yardım etmezsem olmaz ki… Mesela hiçbir zorunluluğum olmadan 2 sayfalık bir metnin çevirisini yapıyorum. Uff ne yoruldum ama! Bir mola daha.
En sonunda iki şarkılık gazın üzerinden bir gündüz geçip hava karardıktan sonra yeni bir motivasyon dalgası sarıyor bedeni. Koçum ben gündüzleri diil geceleri çalışırım, diyorum. Sonra biraz oyalanmadan sonra tekrar masanın başına geçiyorum. Ve sabah yaptığım listeye bakıp, bugün için kararlaştırılmış işlerin neler olduğuna bakıyorum. Daha sonra ise ertesi gün için karar verdiklerime. Ve aklıma o deney geliyor, psikoloji deneyi:
Bir fareyi labirentin ortasına yerleştiriyorlar. Klasik olaydan farkı olarak bu labirentin çıkışı yok. Ama yine de etrafında hani şu çizgi filmlerde Jerry’nin bir solukta yediği delikli peynirlerden var. E bizim mahlukat kokusunu alıyor haliyle. Bir telaş canhıraş ter içinde başlıyor kokunun kaynağını araştırmaya. Yüce Mickey’e sığındım diyerek sağa mı gidersin sola mı gidersin o tünel senin bu köşe benim derken tüm labirenti parselliyor. Çıkışın olmadığını anlayınca ortaya dönüp oturuyor. Tam bir teslimiyet havası. Kıpırdamıyor bile. Sonra bizim beyaz gömlekliler labirenti kaldırıyor. Hayvan yine yerinden kıpırdamıyor. Resmen küsüyor, teslim oluyor…
Ama olsun, teslim olmayayım. Şimdi erken yatıp, dinleneyim, yarın çok daha yoğun bir şekilde kendimi işlerime adayacağım.
Ben adağım. Bıraksalar dünyaları yaratacağım.


20.3.08

Ben isyankarım

Yazmak kadar yazmamak da bir ifade biçimidir. Hatta daha çok şey anlatır ama kalıcı değildir. En kötüsü ise çabucak çarpıtılabilir. Bu tip (geçen yazıdan şu ana kadar yaşanan) sessizlik anlarından sonra mutlaka birisi çıkar ve bu yazıdan mahrum geçen sürede (dolayısıyla hiçbir gerçeklikle doldurulmamış bakir geçmişte) neler olduğunu belli bir bakış açısı ile anlatır. Bir nevi tarih yazımı işte. Ben de birileri benim adıma bu işi yapmadan, hakkımda ileri geri konuşmadan önce ben başlayayım dedim.
Tam 50 gündür yazmamış olduğumu tespit ettim. (ve rakamlarla neden bu kadar haşir neşir olmayı sevdiğimi anlamadığımı fark ettim) Daha önce ben otoriteyim diyen birisi belli bir düzende yazmamı emretmişti. Bir süre boyun eğip periyodik olarak yazsam da son dönemde ben kayayım diyecek olan birisinin arkasına saklanmayı tercih ettim. Ama endişeye gerek yok. Periyod=10 aynen yola devam.

Neden yazmaya ara verdiğime gelince… Yazdım, çok yazdım, sayfalarca yazdım ama yayınlamadım değil. Yazmadım. Teşebbüslerim oldu ama hepsinde aynı nokta rahatsız etmeye başladı.
Neden onlar benim vardı? İşte bu soruyu kendime sormayı unutmaya başlamıştım. Belli bir kimliğe bürünme, farklı yazıların bağımsız karakterlerinin kaynağı olarak belli bir özü görme, yorumlara göre kendini ayarlama bir süre sonra ise bütünlük arayışı ve yazıya bunu yansıtma. Komplikasyonlar bu şekilde gelişti. Onlarbenim gibi çok kimlikli yapılar, aslen belli kimliklere sıkıştırılmış yani özgürlükten uzak bir yapı gibi gözükse de aslında orijinsiz hareket edebildiği için büyük bir özgürlük imkanına sahiptirler. Oysaki bunun farkındalığı belirli alışkanlıklarla kaybedersek, zamanla bir karaktere sahip olarak o tadını fark edemediği özgürlüğünü kaybetme tehlikesi yaşayabilir. Onlarbenim de bu durum ile karşı karşıya kaldı. Sıkı bir ficut çalımı attı, yere düştü, hakem penaltıyı çalmadı. Derken yazarın gözünde düşünce adamlarının yıllardır yazıp çizdiği bir ikilik canlandı. Düzen arayışı bir yandan yaşamımızda kurmayı düşlediğimiz öznesel bütünlük sağlarken, diğer yandan özgürlüğü elimizden alıyordu. Çok yazık.
Tereddüt ediyorum. Bir yandan blogun düzenleyici faaliyetlerini yerine getirememesinden gurur duyup, tahakküme direnip, özgürlüğümü ilan ederken diğer yandan o düzenleyicilikle gelen üretimin eksikliğini görüp şaşırıyorum. Ne gariptir ki, düzen, gündelik uğraşlarımızda sürekli yaratmaya çalıştığımız arzulanan bir olağanlık iken, aynı düzen kavramı, hayatımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen genel bir yapı (strüktür) olunca hele bunu bir de kitaplardan sakallı abilerce okuyunca nedendir bilinmez bu fikre dayanamıyor hiçbir zaman kalkışamayacağımız o büyük isyanı düşlüyoruz.
Ben isyankarım. Hem de içindeki isyan ateşini düşlerini yakmak için kullanacak kadar uysallaştırılmış bir süper kahramanım. Ama artık bunu söyledikten sonra tam aksini iddia edecek kadar da çok yapılı ve özgürüm tekrar. Hayır aslında öyle değilim. Hah Bak nasıl döndüm ama. Kendime (kendilerime, onlara) geliyorum artık.

Şimdilik bunları bir kenara bırakabilirdim. Nasolsa kendimce süsleyebileceğim elli günlük bir boşluk var. Kendi kişisel tarih yazımımı sessizliğe sunulan artistik darbelerle daha cool bir hale getirebilirim. Yine, önceki paragraflarda bahsettiğim o özneye bürünüp size yazıdan öte farklı ifade yolları keşfettiğimden ve bunları zevkle yaptığım için bu romantik metodu bir süreliğine terk ettiğimden bahsedebilirim. Ama hiçbirini yapmadan tek bir açıklama sunacağım.
Yazmadım çünkü yazmadım.
Buna ne denir ki? Eminim siz de bir süre bu köşeye uğrayıp yeni bir yazı olmadığını görünce, bu münzevi haller için çeşitli sebepler uydurmuş, yazar hakkında türlü hikayeler yazmışsınızdır kafanızda. Peki bu düşünsel yazılarınızı, siz yazdınız mı?

29.1.08

Ben günahım



Ben adamım. Adam mısın?

Ah günahkar adam! Nereye kaçacaksın? Günahkar adam, nereye kaçacaksın? Nereye kaçacaksın?

Seni bilmez miyim hep safa yatmaktasın…

Önce kayaya koştun. Terler içinde nefes nefese arkasına saklandın. Bir umutla görünmeyeceksin sandın. Onca zaman görünmezliğinden muzdarip en meydanlarda olmayı dilemiştin ki tansık yerini buldu, birden canlandın. O zaman da öyle bir göze battın ki, sanki tüm dünya gözlerini dikmiş sana bakıyor paranoyasındaydın. Peh kaçmak korkakların işidir dedin. Diğerleri ne düşünüyor az da olsa umursar gibiydin. Çok zaman geçmeden arkana bakmadan koşmaya başladın. İşte oydu, o, benliğinin dışında kalanların müdahalesini kırdığın adım.
Kaya lütfen beni sakla!
Terler içinde nefes nefese arkasına saklandın. Ne zaman ki döndün arkanı yasladın, terinle doldu önceleri hava giren çatlaklar, derken buz kesti genleşti. Öyle bir patladı ki, en ince kumlu sahillerin tozları dahi pudra niyetine yüzüne sürerdi. Kaya’nın son sorduğu şöyleydi: “ Nice mahlukatları sakladım arkamda usulca, kayadan sert kalbin vardı madem neden görünmezlik aradın arkamda arsızca?”

Sonra nehre koştun. Terler içinde nefes nefese içine saklandın. Sessizlikte, cansızmış gibi nefessizlikte. Bir an kendini unuttun, sularına tekrar daldın terini soğuttun. Bir süre kimse beni fark etmez diye beklerdin. Bilirim o plasenta duygusunu bir hayli severdin. Dostlarına ben yokum dedirttin. Kış ortasında nehre kimsenin bakmayacağını iyi akıl ettin. Hatırlar mısın herkes senin hep döneceğin yalanına kanıyordu. Hatırlar mısın o saklandığın nehir nasıl da kanıyordu… Dileklerini kesip, güç diye yakaran alyuvarlarını akıtsan, o kadar al al yapamazdın o denize dökülen nehri istediğin kadar kanatsan. Buradan sonra ne var, denize mi varacaksın? Orda rengim belli olmaz yeter ki köpekbalıkları kokumu duymasın.

Sonra bana geldin. Lütfen beni sakla dedin. Terler içinde nefes nefese elime avucuma sığmadın. Yalvardığımı görmüyor musun? Dizlerimi senin için çöktüm diye seslendin. Gözlerini bana çevirmiş en acınası halindeydin. Ama kabul edelim o zaman bile gözbebeklerinin içindeki kordan korumak için çevreni, sıkıca gözlerini kapat zorunda hissettin. Hadi beni şaşırt! Bu sefer gerçekten saklanmaya ihtiyacın olduğuna inanayım. Kim inanır senin saklanacak kadar müşkül durumda olduğuna?

Yolun sonunda anladım ki kaçmanın asıl sebebi de bana gelmekmiş. Derdin, en azından ilerisini görmek böylece belki daha iyi hissetmekmiş. Ah günahkar adam! Ben ne seni günahlarından arındıracak rahibim ne de sıkıntını geçirecek reçeteye sahibim. Ama iyi ki bana geldin. Çünkü bu sayede gördün ki yine başladığın yerdesin.

Biriniz de sormadınız. Sen tanrı mısın? Nasıl biliyorsun tüm bunları. Nereden duydun kayanın son nefesinde neler fısıldadığını?
Ben biliyorum. Çünkü ben tüm bu olanların sebebiyim.
Ben günahım. Tek hareketim yeter benliğini koşturmaya, işin sonunda tutmasa da ahım.

Nostaljik bünyelere alerjik bir haz verir eskilerden gelen benzerlikler. Hapşırdıktan sonra açılan geniz gibidir. Yaşadığını hissettirir. Bazen sonunda bu noktaya gelecek olduğunu bilse de insan, sırf terlemek için koşmaya başlar ataletin bedenini sarmaya başladığını hissettiği an. Biz günahkarlar, yola çıkarken varacağımız yeri değil sadece o yol üzerinde olmayı sevdik. Hiçbir zaman rotamızdaki hedefe ulaşmayı düşünmedik. Çünkü, ahtapot kolları gibi sarmaya başlayınca çevremizin ilgisi sevgisi, sıcak tutar bir süre o kapanmışlık hissi, içimizi. Ama ne zaman ki o sıcakta dahi terlemediğimizi anlayınca, hoop diyip kurtulmak isteriz sırf rüzgarı karşımıza almak için kanımca. Zaten o rüzgarlardır ki bizi yola koyan, koşmamıza vesile olan, durduğumuzda ise tekrar terlememize yarayan. Peki, onca yol ne işe yarar? Tekrar aynı noktaya dönülecekse… Bilinmez. Belki sadece vakit kaybı. Yine tüm bu terlerden sonra elde kalan, sadece toksinlerinden azcık daha arınmış sosyal bir hayvan.

19.1.08

Ben kadınım



Soğuk bir oyun gibi başlangıç yapmak gerekti bu konuya, en güzel özeti verebilmek için. “En zor tarafı bir parçası olmayıp, gitmesine izin vermektir. En zor kısmı budur.”

Sanıyor musun ki, kolaydı benim için, böyle bir günaha karşı koymak? Belki seni değil senin yarattığın şüphe ve çelişkileri sevdim. Belki sadece kendimden ve kendi yarattığım çatışmasız ortamdan bıktım ve yeni bir çıkış yolu aradım. Ama başından beri biliyorsun, ciddi değildim. Aklımın başında olduğu çoğu zamanlar senin için de benim için de çok hayırlı olan o mesafeyi koydum. Ama bazı güneşli günlerde mesafesizliğe karşı koyamadım. Sen bu güneşli günlerde benden bir sinyal almanın heyecanıyla ışıldadın. Ben ise hala birinin gözlerini ışıldatabildiğimi görüp kendi karanlıklarımı şaşırttım. Ama başından beri biliyordun, ciddi değildim.

Hakkımda hiçbir şey bilmemene rağmen üzerime gelmeyerek bana en büyük iyiliği yaptığını söyleyebilirim. Zira, öbür türlü olayların ne kadarlık kısmı benim kontrolümde gelişirdi bilemem. Hayır, sakın bir kontrol manyağı olduğumu düşünmeyin. Hatta kontrolün ve düzenin yaratıcılığımı kısıtladığına bile inanırım. Ama sebeplerim var.

Sandığın kadar güçlü değilim. Ama bu bahsettiğim güç, senin gibi mıy mıy mıy ben zayıfım, hatta alın onlarbenim’de yer alan zayıflıklarım diyerek haykırılan bir güç iddiası değil. Çünkü sen hep güçlü görünüyorum ama aslında zayıfım diyerek, üzerine bir de eline klavyeyi alıp kendi zayıflıklarından bahsederek başka bir güç gösterisi yapıyorsun. Aslında, bir yandan sürekli tüm bu anlatılanları gözlemleyecek ve açıkça başkalarına itiraf edecek kadar güçlü ve benliğine hakim olduğunu kafamıza kafamıza vuruyorsun. Bundan ötesinde kelimeler teferruat kalıyor. Ama varsın olsun, seni okumayı seviyorum. Zira ben de öyle olsam ben de aynı şekilde davranırdım.

Peki nedir bu bahsettiğim güçsüzlük? Seninle aramızdaki en bariz fark, ben hayata ve dünyaya uyum sağlama isteği ile kendi habitatımı yaratmaya gönüllüyüm. Zira şu an, kendi evim, eşim, aşım var. Kendi dünyası ile gerçekliği kavuşturabilmiş dimdik bir başım var. Zamanında herkes gibi ben de yaralandım ve her yaradan güçlenerek çıktım. Hayalleri seçtim, hayatı kötüledim. Ama ne zamanki dünyayla barışmayı ve sabitlikten zevk almayı seçtim, o zaman beyaz tenime tekrar kan getirdim. En sonunda vardığım noktada sessiz kalacak ve gücümü göstermeyecek kadar olgunlaştım. Çünkü gücün en bariz olduğu yerde kendisini hissetmeye mahal verecek bir durum olmaz. Bu durumum gaddar ve soğuk bir insanmışım gibi algılanmasın. Ki hala birisi ‘O’ndan bahsederken yüzüm kızarıyor. Hala bir başkası hakkımda yanlış bir şey düşündüğü zaman düzeltme ihtiyacı hissediyorum.

İşte bahsettiğim güçsüzlük de bu zaten. Kendimden kaynaklanan değil kendimi ifade ederken dışardan kaynak alan bağlar beni güçsüz kılıyor. Daha somut konuşmak gerekirse, beni hayata, dünyaya ve gerçekliğe bağlayan şeyler var. Senin gibi hayal dünyamın orgazmik yapısı ile övünmüyorum. Zira tam da beni bu hayata bağlayan şeyler dünyamı çekilir kılarken diğer yandan beni güçsüz yapıyor. Gücüm oranında istediğim gibi hareket edemiyorum. Adından belli, bağ bunlar. Üzüm bağı değil.

Gücüm olmazsa nasıl cesaret edebilirim? Yıllarca emek verip, keskin uçlarını törpülediğim bu bağları nasıl atıp senin karşına çıkabilirim? İçten içe benim için en uygun insan olabileceğin ya da senden nefret edeceğim çelişkisini yaşarken ve hangisinin gerçek olduğunu sorgularken, ne cüretle kendisi hayallerinde mi yoksa gerçeklikte mi olan bir adamın kollarında mutluluk arayabilirim? Seni ne kadar tanıyorum ki?

İşte bu nedenle, evvel zaman önce, bu paragraftaki şu kadar sayı soru azalsın diye sonuncudan başladım azaltmaya. Ayağa kalkıp, seni tanımaya çalıştım. Tüm bu süreçte kendimi bazı şeylere kaptırmamakta çok başarılıydım. Zira dizlerimin bağlarını çözmeni istesem de hayat bağlarıma dokunmana izin veremezdim. Bu nedenle hep iyi bir arkadaş olacağını umdum. Komik, neşeli, akıllı biraz da şapşal. Ama bunun mümkün olmayacağını biliyordum, bilmeme rağmen tanıma arzumu dindiremiyordum. En büyük umudum hakkındaki öngörülerimde yanılmış olduğumu görmek ve dışarıdan hiçbir müdahaleye gerek kalmadan seni silip yoluma devam etmek. Silemeyeceğimi gün geçtikçe anlıyorum. Arkadaş olamayacağımı da. Sevgilin olmak mı? Asla.
Son umudum kaldı bayan. Bir şekilde benden vazgeçmeniz. Güçsüzlüğümün kaynağı olan bağlarımı görmenize rağmen direndiniz. Umarım benim direncimi denemezsiniz.

İşte bunları yazarken ben adamım dediniz. Bir nebze korkularımı elediniz. Ben adamım demek kolay. Bunca zaman içimi kemiren bir kurt… Sıkıysa bu sorumluluğu sırtlan. O zaman anlarım ki sen hayallerimdeki kaplan. Ama şimdi görece rahatım. Sen ben adamım deyip benden kurtulunca, ben de bu çelişkilerden kurtuldum. Artık hayata ve dünyaya çok daha mutlu bir yüzle bağlıyım.

Ben kadınım. Beyim ne derse onu yaparım.

9.1.08

Ben adamım



“Bugünün geleceğini biliyordum” diyerek kendimi avutuyordum. Ne katilin çektiği gibi bir acı ne de makinistin yaşadığı rahatlamaya benzer bir şeydi… Kayıtsızlık hakimdi belki de. Var olmuş muydu ki, yokluğu kayda değer bir fark yaratacaktı sanki. Der gibiydim.

Hayatımız boyunca bir takım gerçeklerin peşine düşüyoruz. Aldatıldığımız zaman kızıyor, yanıldığımız zaman utanıyoruz. Gerçek güç demektir. Gerçeği bilmek herşeyi kontrol edebilmek gibi gelir. Bu sebepledir belki de bizi sürekli bir şeyleri sorgulamaya iteni yadsımıyoruz. Gerçeği bilme arzusu…
Ama daha evvel sorulmayan bir soru var ki hep göz ardı ederim, önümüze sunulursa halı altına iterim. Madem öyle, sen cevap ver. Biliyorum ve söyleyebilirim desem, razı olur musun?

Gerçeği bilmeye hazır mısın? Kaldırabilir misin? Gerçekten?

Gerçeğin ne olduğunu bildiğim bir zamanda, hatta sürekli kafama vurula vurula unutmama fırsat verilmeyen bir anda, gerçekten kaçabilme arzusunu buldum kendimde. Hani gerçeği bilmek gücü elinde bulundurmaktı ya, ben bilmezmişim asıl gerçekten kaçmanın güç istediğini. Bir çocuk kadar güçlü olmak gerekirmiş bir takım yalanla oyalanmak ya da gerçeğin ne olduğunu göremeyecek kadar arzularının esiri olmak için. O kadar sosyal varlıklarız ki arzularımızın esiri olmak için canımızı veririz. Ama ben gerçeği bir süreliğine unutacak kadar dahi arzularımın esiri olamadım.

Aslında oldum. Bir süre inandım. Hatta herkesin gerçek diye bildiğinin aslında bir yanılsama olduğuna ve bir şekilde bazı sinyallerle asıl gerçekliğin bana göz kırptığına. Ama o kadar merhametli bir adamdı ki bu bir şekilde benim cesaretimin kırılmasına dayanamıyordu. Sanki herkes bir saniyeliğine gözünü kapasa, benim içimi rahatlatmak için gerçeği saniyelik de olsa ortaya çıkaracak ve dayanmam için destek olacaktı. Ve daha sonra hepimiz eski hayatlarımıza.

O sırada çocuk olmamak ne mümkün. Öyle bir durum ki bu budur diyorsunuz, ve kimsenin inanmayacağını biliyorsunuz ve en güzeli gerçekliğin kaynağı olan kişinin kendisinden başka kimsenin inanmasına ihtiyaç duymuyorsunuz. Hayatta nelerin mümkün olabileceğine dair bir fikir üretimi gerçekleşiyor haliyle. Ama bu mümkün olanların hiçbiri benle ilgili değil. Hatta o kadar ki, kendimi var olduğunu sandığım gerçekliğin içinde hayal ederek dahi onun tekilliğine gölge düşürmek istemem gibi.

Olur da şans yaver giderse, arada sırada tekrar onun yarattığı dünyaya dönüyorum. İçine doğduğum ve ister istemez yaşamak zorunda olduğum bu gerçeklikten bir an için kopabilirsem – ki bu kopuş zaman-mekan mefhumlarının değişimi değil sadece algının değişmesi- o anda içinde yaşadığım oda, çevremdeki nesneler, dudakları kıpırdayan ama ne dediklerini duyamadığım insana benzer varlıklar sanki benim varlığımdan haberdar değilmiş gibi kendi gerçekliklerini yaratıyorlar. Sanki herkes herşey her her, kendi dünyasında. Uyku ile uyanıklık arası bir hal. Ne olduğunu anlamaya çalıştığım anda yok olacak kadar kırılgan ve alıngan.
Tüm cesaretimi toplayıp bunun gerçek olup olmadığını sormak istiyorum. Maalesef o kadar büyük bir risk ki bu soruyu sormaya kalkışmak. O bahsettiğim güç işte burada gerekiyor. Hani sorunun cevabı evet olacak olsa, tüm bunların yaşanmayan bir gerçek olması büyük bir kayıp olacak. Kaldıramam. Cevap hayır olacak olsa, o anda gerçeklikten bu kadar kopmuş olmayı hatta bundan haz alarak dahasını istiyor olmayı başka birinin önünde kabullenmiş olmanın verdiği rahatsızlık oluşacak. Yok, yok bunu da kaldıramam. Tekrar olgunlaşmalıyım. Çünkü zayıf olmayı garipsemediğim tek çağım, son yaşlarım.

Ben adamım.
Peki maden bu kadar meşakkatli bir iş, kaldırılması güç. O zaman nasıl oluyor da tüm bu durumumu analiz edip bir şekilde size iletme fırsatını buluyorum? Sanki, bunları yazmanın ve dolayısıyla itiraf etmiş olmanın tek gerekçesi şu anda -anlık olarak- bu bahsi geçen onun dünyasında var olmam. Hatta itiraf ediyorum, biraz önce şu cümleyi yazmam ile kendisi kayboldu bile. İçimden bir ses mantıklı olanın tüm bunları silmek olduğunu söylüyor. Bir başka ses ise bu üzerime yapışan ve gerçek olduğuna bir süreliğine inandığım gerçeklikten kurtulmamın tek yolunun tüm bunları yazmak ve dolayısıyla somutlaştırarak kurgusallığını olumlamış olmak olduğunu söylüyor.

İşte böyle ben de başlıyorum yazmaya. Yokmuş meğerse gücüm tüm bunları kaldırmaya. Ne acıdır ki senden kurtuluyorum. Zaten bugünün geleceğini biliyordum.