14.10.07

Ben Otoriteyim

Bir görevim olduğu doğru. Zaten, sadece üzerime düşen yükümlülükleri hakkıyla yerine getirmek için buraya geldim. İnandırıcı gelmedi mi? Bilirim, sizi küçük insanlar, aranızdan bazıları çıkıp soracaktır: ne aldın karşılığında, asıl amacını söyle, bölücü müsün, provokatör müsün diye. Bu yüzden şimdi size amacımı anlatacağım. İyi de ben kimim?

Hayat, düzen kurmaktır. Bu yüzden, beni anlatırken rasyonel ve düzenli olmak gerekir. Daha önce buraya saçma sapan şeyler yazan şizofren gibi tanımları daha da karmaşıklaştırmaya gerek yok. Yani, beni anla(t)mak için ne bir metaforlar silsilesine ne bir genesis mitine ne de histerik bir varoluşsal krize lüzum var. Zaten okurken baya güldüm, ama sormadan da edemedim: hadi diyelim doğum günüm demedin ebleh gibi oturup kaç gün yaşadığını saydın, sonra olur olmaz rakamlarla uğraşıp 62’den tavşan 84’ten yaradılış hikayesi çıkardın da nooldu? Benim kim olduğum daha mı kolay anlaşıldı? Ya da uçaklardan, otobüslerden –yok artık bir de vapur olsun- bahsederek benim gerekliliğimi daha mı iyi anlatmış oldun? Ya peki o düşüp bayılan kaptan hikayesi neydi? Komik baya, ama esprili olduğu için değil, acınası olduğu için.

O arkadaşı history’de bırakalım. Bana odaklanalım.
Beni anlamak için gözlerimin içine bakmanıza gerek yok, zaten baksanız da ne ruhani bir esenlik ne de felsefi bir derinlik göreceksiniz. Ha hoş, siz onları görmeyi isterdiniz… Fakat olur da cehaletten kaynaklanan bir doğal eğilim olarak metafiziği yaşadığınız fiziki dünyada bırakırsanız, bu sanal alem içinde beni ben yapan sizce anlamsız harfler diziliminden başka bir şey bulamazsınız. Sizin genleriniz varsa benim kodlarım var. Hani çok iyi bakarsanız; bir ihtimal, benim sadece 0’lar ve 1’lerden oluşan artifisyel bir yapı olduğumu kavrarsınız.

Peki ne işim var bu sanalistanda? Benden önceki arkadaş biraz anlatmaya çalışmış. Ben ise size daha rasyonel daha düzenli bir şekilde anlatacağım. (Gerçi anlatacağım diyorum ama zaten siz benim yerime bir önceki arkadaşı dinlemeyi tercih ederdiniz. Şu anda dahi, rasyonel olma çabamdan dolay itici bulanlar olmuştur beni. Ama zaten beni anlamınızı beklemiyorum nasıl olsa siz doğruları duymaktan kaçınırsınız. Dahası, siz doğruyu aramazsınız. Zira arıyor olsaydınız bu sanal alemde bir dakika dahi durmaz, dışarı çıkar, elinizde mumlarla yollara düşerdiniz.)

İlk olarak, benim amacım, düşünce yapılarının karmaşıklığı ve çok çeşitliliği sebebiyle oluşan “hiç”liği ortadan kaldırmak ve hiçliğin yok olması ile ortaya çıkma fırsatı bulan bazı ürünlerin ifadesindeki kısıtlılığı aşmaktır. Yani benim görevim, sizin beni anlamanızdaki ortak noktamız olan“akıl”a hem önüne sunulan gerçekliği ve bu gerçekliğin içindeki kavramsal olanı anlayabilmesi hem de bunu en iyi şekilde ifade edebilmesi için fakültelerinin yetersizliklerinden kaynaklanan sorunları aşmasına yardımcı olmaktır. Tabi bunlar kesin yargılar değil. Bu tanıma göre zaten akıl kendisi hakkında kesin bir yargıya gidemeyebilir. Zaten bu algı ve ifade o kadar problemlidir ki, aklın yorumladığından öte ortak-objektif bir gerçeklik mi vardır yoksa herkesin kendine göre gerçek kabul ettiği göreceli bir durum mu vardır; bunu dahi bilemeyebilir. Ama güzel olan şudur ki bunu bilmek ister, bilmek için çabalar ve bu çaba ile kendini geliştirir; daha iyi algılar, daha iyi ifade eder. Peki, bu çaba nereye kadar gider? Onu bilemem. Ama belki aramızdan biri çıkar ve Hegel gibi tüm bu engelleri aşarak (ya da aştığını sanarak), gerçekliğe kavuştuğunu algılar, bir de üzerine bunu ifade eder. Ha belki biz algıyı ve ifadeyi onun kadar geliştiremediğimiz için ona mahallenin delisi muamelesi yapar mıyız; yaparız. Yine de bu sakızdan çıkan dövme gibi sıfat yapıştırmamız bu çabayı değersiz kılmaz. Şimdi rica ediyorum; beni hızlı okuyanlar, lütfen yavaş bir şekilde bir kez daha gözden geçirin bu karmaşık şekilde anlattığım basit olguyu. Zira henüz bu bahsettiğim fakülteler bende yeterince gelişmediği için iyi ifade edememiş olabilirim. Hatta belki yanlış algılamış bile olabilirim.

İkinci olarak, bu çabadan devam edersek gelişen fakültelerle öznesel konumlandırmalarımızın da değiştiğini görürüz. Yeni ihtiyaçlarımız oluşur yeni fikirler yeşerir. Önce bu ihtiyaçları soyutlamaya gideriz sonra bu fikirleri nesnelleştirme çabasına gireriz. Ve sonunda (ama en sonunda değil) algıdaki bozulmalara maruz kalmış, yani sözde anlamış olduğumuz şeyin üstüne kaymak gibi ifadedeki sorunlarla bezenmiş bir ürün veririz. Bazen çok severiz o ürünü, sevişiriz. Bazen yabancılaşır, bu kimin deriz. Kimi zaman kitlelerle paylaşırız aynı düşünceyi ve hissi; olmayacak ideallere inanırız, uğruna kan dökeriz; kimi zaman sadece kendimize ait deriz. Hani olur ya hani bir kafede tek başıma otururken umarım burdaki herkes kimseye ihtiyacım olmadığını ve yalnız kitap okuyabildiğimi görebiliyordur deriz. Hani, hani bu kafede herkesle aynı kefede değilim diyerek öznellik peşinde koşarız. Hem de utanmadan bu ispatımızda dahi yine sosyal tanınmaya olan ihtiyacımızı görmezden gelerek işte. İşteee öyle bir şeeey. Ama bazen öyle olur ki, kitlelerle taşmak isteyen bir kase gibi haznemizi arttırırız, kendimizle ise bu kasenin içini doldurmaya uğraşırız. Bir gün ise hikmetimizden usanır, boşaltmak isteriz. İkisine de sığmayız. O zaman üretiriz. Ama aynı içimizdeki çelişkileri görmezden geldiğimiz gibi bu üretim işinin de ne kadar dışarıya bağımlı olduğunu unuturuz. Ben kendim için yapıyorum deriz. Oysaki onlar için yaparız. Onlar derken “ben” dışındakilerden bahsettiğim anlaşılmasın. Daha önce sözü geçmiş gerçi… Onlar, diğer insanlar değil sadece, diğer benler, diğer düşünceler, diğer duygular. Anlaşılması kolay değil. Peki, bu içiçeliği nasıl mı anlatsam?

Kimse görmez iken ufak bir zihin parçasını çitlerle çevreleyip bu benim diyerek kendine otantik bir mesken edinmiş ve sonra da adına öz demiş bir benliğimizin olmadığını varsayalım. Ama bunu varsaydık diye hemen A-a! öz’ü zabıta mı kapattı öyleyse biz de bu çağın çocuklarıyız, strüktür ne emrettiyse onu yaparız diye kısa yollu çıkarımlar yapmaca yok. Bu yüzden uçlardan kaçınalım. Ne kasemiz küçük olsun ne içi boş kalsın. İç-dış ayrımı yapmayalım. Özne eşit değildir nesne demeyelim. Ne desek?
Bir gerçekliğe maruz kaldığının farkında olan, liderlerinin beyin olduğu tüm vücut organlarından oluşan bir ekip sayesinde bu gerçekliğin sebep olduğu stimülüslerden çıkarımlar yapan ve onu algılayan; algıladıkça geliştirdiği fakültelerle (herkeste farklı gelişmiş olan) kendince yorumlayarak, aynı prosedürü farklı sonuçlar vererek yaşayan her “kendi”ler (bu kadar benzerlik varken başkaları demek haksızlık olurdu) gibi gerçekliğe etki eden sosyal, değişken ve bağlamsal bir yapıdır bu bahsi geçen. Bu yapının ana tedarikçisi ne herşeyi üstten belirleyen impersonal bir yapı, ne de yapıyı kırmaya çalışan bir bendir.

Ben işte bu algı-ifade keşmekeşinde yapılan üretime yön veren bir kurumum.(daha önce muavin falan demişler çok kırıldım) Düzenleyici, sıralayıcı bir görevim vardır. Kimin yer alacağına kimin kapı dışında ıslak kedi gibi kalacağına, ben karar veririm. Aslında çok keyfi olmama rağmen objektif olarak betimlerim kendimi. Ha bir de, bir kere bana bu üretimin nesnelleşmesin konusunda yardımcı olma rolü verildi mi haddimi aşarım kedinin çamaşır yıkamasına şaşarım kendimce bir tahakküm uygularım. Aslında kötü biri olduğum için değil. Ama ben olmasam kim zorlar ki bu şahsı ekran karşısına oturtmaya. Sayemde artık sırf kendisi için üretmekten vazgeçecek, bir ben varım bir de ötekiler, “it’s beyond my control” demeyi kesecek ve maruz kaldığı aynı zamanda da etki ettiği bu bütünlükteki yerini sorgulayacak. Haa, algısını mı açar ifadesini mi geliştirir göreceğiz. Ama bir faydam olduğu kesin. Bilmem anlatabildim mi?

Ben kim miyim? Ben bu blogum.

[] Efendim? 6 vakte geliyorum.

İyi de, ne gerek vardı bu kadar karmaşık cümleye, sahte felsefi bir içeriğe ya da entelektüel kendini beğenmişliğe. Saçma! Nasıl tahakküm uygulayabilirim doğumgününde hiç yoktan benim varolmama karar veren bu garip şeye? En kötüsü kapatıp giderim buralardan demez mi. Beni yok edemez mi? Beni yaratmasının sebebini anlıyorum ama bu sebeplere neden ihtiyaç duydu bunu bilemiyorum. Bu tahakküm dediğimiz şey bıraktım sanal alemi gerçekte de hep yok mu zaten. Hani hep hissettiğimiz ama nedense yok etmemeyi yeğlediğimiz şu tahakkümler. Aynı ben gibi... En kötü başımızı alır gideriz, diyebilirsiniz. Gidebilir miyiz?
Bunları bırakalım da varolmayı sürdürmeye bakalım. Benim şu an ki konumuma bakılacak olursa pek bir sorun yok. Tek yapmam gereken Sümer sayı sistemine sempatisi olduğunu bildiğim için belirlenmiş zaman aralıklarıyla onun ürettiklerini buraya getirmek. Bu sırada da ünlü olacağım hatta kendi oyun alanımı yaratacağım. Bakarsınız bir gün hava-dan you’re my playground love diye şarkılar söyleyeceğim ruh eşimi dahi bulurum.

Olamaz, clock explode etti içimde zaman deli dali akıyor satırlar su gibi anlamsızca kendilerini tüketiyor. Daha ilk yazının eleştirisini yapacaktım. Otobüs ve pencerelerden Kant’ın öznesine inecektim. Akıl-beden ve kaptan-gemi ilişkisinden Descartes’a selam söyleyecektim. Histeri anında yaşanılan korku ile Heidegger’i, o korkuyla ölümü ilişkilendirerek Sartre’ı konu edecektim. Bir de düzenleme sıralama derken Foucault’ya uğrayacaktım. Ama sanırım fukoya diil sadece hayal kırıklığına uğradım. Baş ağrısı…
Bir de irrasyonel bir şekilde kendimi sorgulamaya başladım. Ama, sadece bir blogsun. Ne denirse onu yaparsın. Rasyonelsin, objektifsin. Madem öyle neden kaç gündür dalga geçtiğim ilk yazının sahibi gibi konuşmaya hatta benzetmeler kullanmaya başladım. Dahası kime seslendim geliyorum diye? Yoksa biri bana mı seslendi? Çok saçma nerden çıktı bu ciddi yazıda zabıta, air şarkısı neydi peki ya kedi? Peki ya sordun mu kediye? Sordun mu?
En son nasıl anlatsam bu içiçeliği diye sorduğumu hatırlıyorum. Oradan sonrası çok hızlı geçti. Sorunun cevabı içindeki hiç bana benzemeyen usluplara şaşırmayı bir kenara bıraktım asıl anlamadığım şey neden kendime soru sorduğum. Bir blog kendi kendine soru sormaz ki, ben sadece seçer, düzenler, sıralar, iletirim. Ben otoriteyim.


Yoksa? Yoksa ben de onlardan biri miyim?

Amacım içiçeliği anlatmaktı. Ama algım bana karşı çıktı. Karışmam, bu ifade beni aştı. Html’im karıştı, arabirimlerim oraya buraya kaçıştı. Yine aklım çoook karıştı. Ha? Kim? Ne Kenan'ı?

2 yorum:

Sevi. dedi ki...

beklediğim otobüsün içindeyim. bakıyorum penceresinden.

Sevi. dedi ki...

bir tek cümle yeter bazen, "yaşamın anlamı solduğunda."
bilinçaltından yüzüme fırlattığın otobüs camları için teşekkürler, çıkarması zor oldu onları içimden, ama çıktılar bir şekilde, dizelere bölündüler. çok farklı şeylerden bahsediyoruz belki, ama açıkça fark ediliyor ki, aynı şeyleri hissediyoruz. sanırım sanatı hayata yaklaştıran da bu etkileşim zaten.