26.10.07

Ben şahidim



Yihaaaa, it’s blog party playing live on radio one... It’s blog party or bloc party? Should I say book party? Book? Party? Bloody.
Yine kendimi yağmurlu bir günde geçen anlamsız bir İngiliz filminde hissetmiş olmalıyım ki kendi kendime phony bir aksanla İngilizce konuşmaya başladım kafamda. Kimse beni dinlemiyor ki. Oysa görünmez olmak o kadar güzeldi ki. Ama şu an olmaz.
Madem radyodan istediğimi alamadım bari bir film izleyeyim diyemiyorum, film beni evren karşısına götürsün diye hayal edemiyorum. İdare edemiyorum annee.
Bir şekilde sesimi duyurmam lazım. 12 defa çağırdım şu nalet muavini. Bir kere olsun dönmedi. Dur sakin, yoksa bir kere dönüp “biri bana mı seslendi” demiş miydi? Dememişti. Gibi.

Üçtür gözüm ekranda konuşulanları dinliyorum. Elimde gitar, kendimi kontrol edemiyorum. Dikkat ettiniz mi yazılara? Söylesin cevabını bilen varsa: niye sürekli kendi kendine sayıklıyor bu garibim, her paragrafta aynı nakarat; onlar benim! onlar benim! onlar benim! Al al, senin olsun da kurtulayım be seni illet benmerkezci, popülerlikte birinci, aymaz dilenci.
Al senin olsun ama bilmez miyim seni gidi seni; kurtulmaktı tüm amacın hayatın boyunca senden, benden, bizden. Ve tabi onlardan eğer dans etmek istersen.

Bloga, ayh tamam pardon otobüs olsun, yeni giren arkadaşlara bir özetim var: Tam bir şooooov, şu ana kadar yazılanlar. Yalancı sorgulamacı anlamsız çağrışımlar silsilesi. Yok mu güzel içten bir itiraf, şöyle gözlerinden öpülesi? Hayır, giriş çok afiliydi; vardı bir amacı; güzeldi. Baştan neydi şimdi n’oldu onlara, n’oldu söyle x2 (çarpı iki).Üstüne bir de tanrım hayatla bir derdim var onu çözmeliyimci tavırlar. Hala samimiyetten uzak. Hala ben ve onlar… Ama onların hepsi değil, sadece akıllı onlar, çevik onlar ve ahlaklı onlar…

İtiraf et: sen biricikliğini hiçbir şeye değişmezsin. Nereden mi biliyorum? Çünkü senin o küçük beyninde geçenleri görüyorum. Ben şahidim.

Haa, bakıyorum iş esrarlı bir hale gelince dinlemeye başladınız beni.
Yukarıdaki satırlarda ismi geçen zat, ne bütünlük arayışındadır ne de yeni bir hayat. Ama o kadar korkar ki birisinin ona “ya sen kendini biricik mi zannediyorsun” diye sormasından, olur da fark edilirse “çok dolu bir insanım hayatla bir derdim var. Ne biricikliğinden bahsediyorsun tostuuum, tam tersi, başkalarında da aynı ağırlığı görmek ne beni yorar ne bozar. Ne kadar herkeslerden biri olduğumu bilsem de, sadece bu durum kişisel mücadelemi ve kendimden kurtulma çabamı sekteye uğratır bence” diye uydurur bir yalan.
Sayın okur onun tatlı diline kanıp inanma. Kendi kendine tekrarlayıp durduğu ben ve onlar bütünlüğü çabası aslında tam bir yanılsama. Sanır mısın ki küçük evreninin efendisi, istemektedir senle benle onla bütünleşmeyi. Konduramaz ki biricikliğine yabancı bir maddeyi. Hele ki o yabancı madde hepimizde olan sıradan bir şeyse. Keşke tüm bunların kendini onlardan soyutlama çabası olduğunu bir itiraf edebilse.

Diyelim ki, o gerçekten de onlar. Şimdi ise, bunu dile getirmek istiyor. O zaman neden bunca zaman ifadesine gerek duymadı da şimdi elzem oldu. Diyelim ki, o plasenta misali onlara dönmek istiyor, blog’daki yazıları bu çabaya intikal ediyor. O zaman bu çabaya girmek, şu anda kendisinin ne kadar yegane (biricik) olduğunu kanıtlamak değildir de nedir?
Bu yüzden ona yalancı sorgulamacı dedim. Yoksa çağrışımlar silsilesi olmasını gayet sevdim. Ama foyasını ortaya çıkarmanın vakti geldi. Ben şahidim, onun dünyası=bir yarattıkları bir de kendi. Hatta öyle ki, kendine yapılan benzetmeleri bile çekemez ki. Bir kafede otururken, elinde kitabı, aynı kefede olduğunu hissettiği anda alır gider başını. Sevdiği şarkıları saklar herkeslerden, turşularını kurar izole keselerden. Basit birinden duydu mu bir filmi, sizce benim favori filmim diyecek cesareti gösterebilir mi?

Şaşırtıcı ama evet. O cesareti gösterdi. Nasıl mı?
Filmi izlerken, zevkten dört köşe ağzını güzelce şapırdatmaktaydı. Ama fark etti ki ne zaman filmden dikkati dağılsa saliselik, tek aklına gelen herkesin de seveceğiydi filmi, tam bir basitlik. O anlarda biraz düşündü, bu eğlencede sevilmeyecek farklı bir şeyler aradı. Uğraştı. Filmi sevmemek için çok uğraştı. Nasıl sevebilirdi ki? Herkes sevecekti. Filme gölge düşürecek binlerce sebep buldu, kimisi de doğruydu. Ama, ister “filmin üzerimde bıraktığı etkinin karmaşıklığını derinden hissediyorum, sanırım sevdim” derken, çıkışta küçük gördüğü basit insanların filmi ne kadar sevdiğini duyunca afallasın; ister “onlar beğenmiş olabilir, ben de beğendim ama paylaştığımız hisler ortak değil sadece ben ve benim gibilerin anlayabileceği ufak detaylar vardı, şimdi bu kalabalıktan sıyrılıp, yalnız başıma bu biricik hisleri keşfetmeliyim” deyip kenara çekilirken, birileri arayıp o detaylardan birini hatırlatarak keyfini kaçırsın; ister “ya günlük konuşmalarıma şarkılardan kubleler iliştirdiğimi herkes bilir, filmin sevilecek tek yanı buydu” diyerek kıskançlıkla karışık kendini telkin etsin; kısacası ne olursa olsun, filmi sevmemeyi başaramadı. Kabullendi, sevmişti. Ama, yine de farklı çözümler vardı. Bu sefer de sevdiğini göstermeyecekti. Kimileri elinde telefonları sevdiklerine mesaj gönderirken, kimileri all you need is love diyerek birbirine sarılırken, kimileri kendi dünyasında yaşadığı minik mücadeleyle özleştirdiği filmin hikayesini ve sonunu düşünerek sevinirken; sanki herkes gereğine uygun bir şeyler yaparken bir anda kendisine dönüp hadi bakalım sen ne yapacaksın diye soran tehdit dolu bakışları karşısında, onun tek yapması gereken susmaktı. Ama be küçük aptal, susabildin de yüzündeki o embesil gülümsemeyi silebildin mi.
Ve o andan sonra, yani yüzüne sebepsiz bir gülümsemenin yerleşmiş olduğunu fark ettiği andan sonra, üzerine çöreklenmiş bir kanıtlama çabasının başarısızlığa uğramasının verdiği memnuniyetle, hafifledi, rahatladı, bir parça olsun duygularının ifadesindeki özgürleşmeyi yaşadı. Neden mi? Size soralım: hepiniz yaşamadınız mı farklı durumlarda da olsa bu hissiyatı? O da kendince düşününce anladı, zaten “onlar” da benzeri bir şekilde bu sevmeyip farklılaşma çabasını yaşamıştı.

“Jai guru deva om.”

Onlar benim. Ben onlar. Ama anladık ki hepimiz biraz da Hıncal.

20.10.07

Ben yabancıyım



Ben yabancıyım
Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve o hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder? Demiş Marcel amca, burnu kanca, al sana kesik uçlu bir kalem, kayıp zamanın peşinde koşsun cümle alem. Onlar-a kavuşan bir ben-in aşk hikayesi olmasa da bu entry, nesnesi gayrimuayyen olan bir aşkın unsurlarından bahsetmektir tüm bu uğraşın hedefi. Nerden mi çıktı bu saçmalık?

Hatırlayalım. Anlam veremedik, hani akıp giderken en güzelinden ilk yazı, birden [ ]. PAT! dedi, ortalık büyük bir şiddetle inledi. İşte o an’dan çıktı bu aşk yaratma aşık olma çabası. Sormayın ne aşkı diye; dedim ya kim olduğu belli ama kime olduğu belli değil diye. O yüzden ‘o’ andan itibaren kelimeler döküldü hepten, bir baktım ki Onlar ben oldu birden. Olay şu şekilde cereyan etti.

Gecenin bir vakti doğum günüm şerefine, koymuşum en kral gavuru Şarlaznavur’u, üst üste dinliyorum ‘hier encore’u. Hayır hayır bir kış gecesi değil, bir eylül gecesi; ama eylül’den değil, hüzünden; ama hüzün dökülüp serpilir diye değil, tam tersine çok iyi ifade etmiş bu şarkı o an’ımı diye. Oturmuştum bilgisayarın başına, bari doğum günüm şerefine yazmak aşkına. Nane kokusunun genzimi açtığı kahve fincanımdan sekiyordu Liszt’in noktalı notları. Gaza geldi ifadem baktım yazıyorum çalaklavye. Aldım vitesi boşa, bilinci bayır aşağı… aha bunu okuyunca A ne gereksiz bulacak ama B nasıl gülecek diye düşünüp sevinirken, bir sonraki cümle için C’nin entelektüel açıdan zengin takdirini kazanmanın şevki şekillendiriyordu bu daha önce vasıtaya benzettiğimiz aklın yollarını.
Ne zaman, nasıl oldu bilmiyorum, ama o anı çok iyi hatırlıyorum. Birden içine yazdığım sanal alemin kapısı işlevindeki ekrandan geri yaşadığım gerçekliğe fırladım. Sürekli pat pat klavyenin tuşlarına darbeler indirmekte olan ellerime -o andaki haliyle patilerime- baktım. Bakınca birden parmaklarım durdular olayı ancak kavradılar. Durulunca, sordum kendime:

Ağğğğbi! Naapıyorum?

İşte o an pat diye. Vurdu kafama. Başladım o an hissettiklerimi, gördüklerimi yazmaya. Ama o kadar saçma, bağlamsız ve mantıksız geliyordu ki tutmuyordu bir türlü maya. Vazgeçtim hemen. İşte o an için, kim diye sorarlarsa tüm yarattığım bu evren içinde ben yabancıyım.

İşte bu pat denen bilincin kendine gelme durumu, yazı pratiğine blackout gibi yerleşen zamansız, anlamsız farkındalıklardır. Önce içinde bulunduğumuz gerçekliğin yaşanmakta olan gerçeklikle bir olmadığını anlar, icraatımızın ne olduğunu kendimize sorarız. Tek başına bu durum bile acıtır. Yazı yazdığımızı fark ettiğimiz zaman, yazının içinde geçen öznenin, napıorm sorusuna cevap veren özneden farklı olduğunu hissederiz. Bu bir histir; rasyonel değildir. İşte o an, yazıdaki cümleleri kuran ve kendini ifade eden özneye yabacılaşırız. Ama bu yabancılaşma anı saliselik bir olaydır. Kendimizi disipline etmekte o kadar ustayızdır ki, hemen geçiştiririz bu bilinci. Zira yazının bütünlüğüne, tutarlılığına ve yazan öznenin karizmasına çizik atan, ziyan bir durumdur Oww fak deriz, Fark etmemiş gibi yaparız. Nasıl mı?
Yok, abarttığım kadar değil bu geçiştirme hali. Otomatik gelişir, bilinçli bir zorlama değildir, çünkü bunu yapan teknikler benliğimizde gizlidir. Hani her yazıda otomatik olarak önşart gibi aradığımız bütünlük ve tutarlılık denen teknikler var ya, işte onlar bizden habersiz halleder olayı. T’nin maliyesi gibi çöker başımıza da örtbas ederler özne ile yazan özne farkını.
Hatta bazen örtbas etsek de geri dönmekte zorlanırız yazan öznenin gerçeklik algısına. Bazen “ben” demek bile bizi üşütür. Ya da tam tersi, baskın bir şekilde tümcelerin sonuna M koyarız. (bkz. ilk yazımız) Bu baskı doğasında vardır. Zaten, kendisini, güya, ben’in ifadesinin vücuda gelmiş hali olarak anlatan (yazan) “ben” tam bir iktidardır. Demokratik olarak fikirler arasından seçilip ifadeye gelmiş olsa da aslında acayip baskındır. Tek amacı gerçekliği kendince performatif olarak algılatmaktır. Aslında bir diktatördür. Ona göre, ifade nesnelleştirilirken bir şekilde tutarlığı sağlamak zorunludur ve sadece tek ve bütün bir kimlikten yazılmalıdır. O da yazan ben dir.
Fark ederiz ki o ben değildir ve ben diye bahsederken kim bilir hangi tahakküm ilişkisinde egemen rolü zapt etme amacı ile harfleri ardı ardına dizmektedir. Biliriz ki o sırada yazı ben diye konuşur ama öznesizdir. Ama sadece yazıda görülenler gerçeklik olarak ifade edildiği için ve tabi ki bu anlar rasyonel olmadığı ya da rasyonel ifade edilemediği için, herkes sanar ki o öznesizlik yoktur; ihtimalsiz yazar tüm haliyle “ben” olmuştur. Ne büyük bir yalan. Duymadınız mı, o şeytan hep farklı kimliklere bürünür en çok da tanrı olmayı sever, ben bilirime getirir; en bi ben bilmeeeem dediği zamanlarda bile. Bir düşünelim. Eminim en bütünlüklü yazılarda bile çoğumuz fark eder bu blackout’u. Ama okuyucu da es geçer. Yazan özne de okuyanlar da hiç olmamış gibi algılamaya zorlar kendini. Hatta Çok çok olur tam olarak fark edilir o blackoutların yazıdaki yeri. Kim bilir noldu acaba yazara die düşünürüm. Acaba çok derin bir farkındalık mı yaşadı ya da çoktan bu yazan özneye kendini kaptırmıştı da sadece o an mı hapşırmıştı. Yoksa ellerinden öptüğü annesi elinde kahve ile yanına mı gelmişti ya da yalnızlığının tek dostu turkcell bir mesajla şuurunu mu bipbiplemişti…

Bakalım neler geçmiş küçük kafamdan o an.
[Uff fena çarptı köşeli parantez zavallı "ben"in kafasına. Karışmasın kimsenin aklı zira o satırların yazarı "ben" baygın şu anda. Açıklanması gerekenler çok, vakit az. Haha, güzel soru değil mi? "ben" in sorduğu... Nasıl ben demeden beni anlatabilirim? miş... Cevabı kendisi de biliyor ama bu retorik soru sayesinde ne kadar önemli bir görevi olduğunu herkesin gözüne sokuyor. Zaten "ben" demeden beni anlatmak gramatikal olarak bile zorlayıcıdır. Ama zor güzeldir. Bu yüzden, bir kerelik yazılan bu "ben"siz bir paragraf için şu iki işaret “[ ]” arasında, fiilin sonu boş bırakılacak. Bunu belirtmek için bir kayıp ilanı yeterli. Şimdi, birkaç satırlık oyalıyor (kayıp ilanı: u ve m harfi) "ben"i. Ama hemen anlamanız lazım çünkü fazla tutam (kayıp ilanı: a ve m harfi).
Açıklama: hain plan, "ben" öznesini tamamen ortadan kaldırmak. Kimler mi kaldıracak? Tüm yukarıda sayılanlar... Neden mi? Çünkü o bir hırsız. İsim hırsızı. Nasıl cereyan etmiş peki bu mevzu? "Onlar" tanırmış beni; onların mahalledenmiş. Aslında, şimdi kendine "ben" diyen yazar-özne, eskiden onlarmış. Evvel zaman içinde, özne-nesne içinde; onlar, bunlar, şunlar hep beraber oynarmış. Ne zaman ki bir gün çok eğlendiklerini fark etmişler bunu başkalarına da anlatalım demişler; aşkın büyüsü bozulur gibi, bu anarşik eğlence bitmiş. Ben, yazar olan "ben"i yaratıp, beni, seni, bizi daha doğrusu tüm sayılanların bütünü olan eski kendisini, "onlar"dan ayırarak rasyonel bir zemine oturtmaya çalışmış. Geri kalanı da "onlar" diye adlandırmış.
Peki tüm bu "onlar" arasında fark yok mu? Ayrımı nasıl belirtmeli? Fikirler denen o agresif yolcuları illa hizaya mı sokulmalı? Peki, Duygular denen yaşlılar ve gaziler bölümündeki işgalcileri mutlaka bir yere oturtup kontrol mü etmeli? Eski ben olsa : "Böyle olmamalı" derdi. Şimdiki "ben" ise sana göre süt bana göre şokola diyor; çok basit yansıtıyor herşeyi. Fikirlerini üstün tutuyor, kendine en bi beeen yaratmak için bu fikirleri disipline ediyor. Baksana şimdi de fikirlerim uçmasın diye yazdıklarını süsleyip millete okutmaya başlamış. Oysa, böyle olmamalı! Öyleyse, birşeyler yapılmalı! Hah! İşte! Bu ayrımı yok etmek için alındı bu blog, bu aşk. Bu yüzden şimdilik sözü "ben" e bırakmalı. Zaten görülecek ki, bu paragraftan sonra tekrar, yazar özne "ben" kontrolü alacak ele, hatta almalı. Fıst,fıst! Romantizm kokusu; "ben" ve "onlar” baş başa kalmalı. Bu noktadan sonra fiillerin zamanı intikam zamanı...]

14.10.07

Ben Otoriteyim

Bir görevim olduğu doğru. Zaten, sadece üzerime düşen yükümlülükleri hakkıyla yerine getirmek için buraya geldim. İnandırıcı gelmedi mi? Bilirim, sizi küçük insanlar, aranızdan bazıları çıkıp soracaktır: ne aldın karşılığında, asıl amacını söyle, bölücü müsün, provokatör müsün diye. Bu yüzden şimdi size amacımı anlatacağım. İyi de ben kimim?

Hayat, düzen kurmaktır. Bu yüzden, beni anlatırken rasyonel ve düzenli olmak gerekir. Daha önce buraya saçma sapan şeyler yazan şizofren gibi tanımları daha da karmaşıklaştırmaya gerek yok. Yani, beni anla(t)mak için ne bir metaforlar silsilesine ne bir genesis mitine ne de histerik bir varoluşsal krize lüzum var. Zaten okurken baya güldüm, ama sormadan da edemedim: hadi diyelim doğum günüm demedin ebleh gibi oturup kaç gün yaşadığını saydın, sonra olur olmaz rakamlarla uğraşıp 62’den tavşan 84’ten yaradılış hikayesi çıkardın da nooldu? Benim kim olduğum daha mı kolay anlaşıldı? Ya da uçaklardan, otobüslerden –yok artık bir de vapur olsun- bahsederek benim gerekliliğimi daha mı iyi anlatmış oldun? Ya peki o düşüp bayılan kaptan hikayesi neydi? Komik baya, ama esprili olduğu için değil, acınası olduğu için.

O arkadaşı history’de bırakalım. Bana odaklanalım.
Beni anlamak için gözlerimin içine bakmanıza gerek yok, zaten baksanız da ne ruhani bir esenlik ne de felsefi bir derinlik göreceksiniz. Ha hoş, siz onları görmeyi isterdiniz… Fakat olur da cehaletten kaynaklanan bir doğal eğilim olarak metafiziği yaşadığınız fiziki dünyada bırakırsanız, bu sanal alem içinde beni ben yapan sizce anlamsız harfler diziliminden başka bir şey bulamazsınız. Sizin genleriniz varsa benim kodlarım var. Hani çok iyi bakarsanız; bir ihtimal, benim sadece 0’lar ve 1’lerden oluşan artifisyel bir yapı olduğumu kavrarsınız.

Peki ne işim var bu sanalistanda? Benden önceki arkadaş biraz anlatmaya çalışmış. Ben ise size daha rasyonel daha düzenli bir şekilde anlatacağım. (Gerçi anlatacağım diyorum ama zaten siz benim yerime bir önceki arkadaşı dinlemeyi tercih ederdiniz. Şu anda dahi, rasyonel olma çabamdan dolay itici bulanlar olmuştur beni. Ama zaten beni anlamınızı beklemiyorum nasıl olsa siz doğruları duymaktan kaçınırsınız. Dahası, siz doğruyu aramazsınız. Zira arıyor olsaydınız bu sanal alemde bir dakika dahi durmaz, dışarı çıkar, elinizde mumlarla yollara düşerdiniz.)

İlk olarak, benim amacım, düşünce yapılarının karmaşıklığı ve çok çeşitliliği sebebiyle oluşan “hiç”liği ortadan kaldırmak ve hiçliğin yok olması ile ortaya çıkma fırsatı bulan bazı ürünlerin ifadesindeki kısıtlılığı aşmaktır. Yani benim görevim, sizin beni anlamanızdaki ortak noktamız olan“akıl”a hem önüne sunulan gerçekliği ve bu gerçekliğin içindeki kavramsal olanı anlayabilmesi hem de bunu en iyi şekilde ifade edebilmesi için fakültelerinin yetersizliklerinden kaynaklanan sorunları aşmasına yardımcı olmaktır. Tabi bunlar kesin yargılar değil. Bu tanıma göre zaten akıl kendisi hakkında kesin bir yargıya gidemeyebilir. Zaten bu algı ve ifade o kadar problemlidir ki, aklın yorumladığından öte ortak-objektif bir gerçeklik mi vardır yoksa herkesin kendine göre gerçek kabul ettiği göreceli bir durum mu vardır; bunu dahi bilemeyebilir. Ama güzel olan şudur ki bunu bilmek ister, bilmek için çabalar ve bu çaba ile kendini geliştirir; daha iyi algılar, daha iyi ifade eder. Peki, bu çaba nereye kadar gider? Onu bilemem. Ama belki aramızdan biri çıkar ve Hegel gibi tüm bu engelleri aşarak (ya da aştığını sanarak), gerçekliğe kavuştuğunu algılar, bir de üzerine bunu ifade eder. Ha belki biz algıyı ve ifadeyi onun kadar geliştiremediğimiz için ona mahallenin delisi muamelesi yapar mıyız; yaparız. Yine de bu sakızdan çıkan dövme gibi sıfat yapıştırmamız bu çabayı değersiz kılmaz. Şimdi rica ediyorum; beni hızlı okuyanlar, lütfen yavaş bir şekilde bir kez daha gözden geçirin bu karmaşık şekilde anlattığım basit olguyu. Zira henüz bu bahsettiğim fakülteler bende yeterince gelişmediği için iyi ifade edememiş olabilirim. Hatta belki yanlış algılamış bile olabilirim.

İkinci olarak, bu çabadan devam edersek gelişen fakültelerle öznesel konumlandırmalarımızın da değiştiğini görürüz. Yeni ihtiyaçlarımız oluşur yeni fikirler yeşerir. Önce bu ihtiyaçları soyutlamaya gideriz sonra bu fikirleri nesnelleştirme çabasına gireriz. Ve sonunda (ama en sonunda değil) algıdaki bozulmalara maruz kalmış, yani sözde anlamış olduğumuz şeyin üstüne kaymak gibi ifadedeki sorunlarla bezenmiş bir ürün veririz. Bazen çok severiz o ürünü, sevişiriz. Bazen yabancılaşır, bu kimin deriz. Kimi zaman kitlelerle paylaşırız aynı düşünceyi ve hissi; olmayacak ideallere inanırız, uğruna kan dökeriz; kimi zaman sadece kendimize ait deriz. Hani olur ya hani bir kafede tek başıma otururken umarım burdaki herkes kimseye ihtiyacım olmadığını ve yalnız kitap okuyabildiğimi görebiliyordur deriz. Hani, hani bu kafede herkesle aynı kefede değilim diyerek öznellik peşinde koşarız. Hem de utanmadan bu ispatımızda dahi yine sosyal tanınmaya olan ihtiyacımızı görmezden gelerek işte. İşteee öyle bir şeeey. Ama bazen öyle olur ki, kitlelerle taşmak isteyen bir kase gibi haznemizi arttırırız, kendimizle ise bu kasenin içini doldurmaya uğraşırız. Bir gün ise hikmetimizden usanır, boşaltmak isteriz. İkisine de sığmayız. O zaman üretiriz. Ama aynı içimizdeki çelişkileri görmezden geldiğimiz gibi bu üretim işinin de ne kadar dışarıya bağımlı olduğunu unuturuz. Ben kendim için yapıyorum deriz. Oysaki onlar için yaparız. Onlar derken “ben” dışındakilerden bahsettiğim anlaşılmasın. Daha önce sözü geçmiş gerçi… Onlar, diğer insanlar değil sadece, diğer benler, diğer düşünceler, diğer duygular. Anlaşılması kolay değil. Peki, bu içiçeliği nasıl mı anlatsam?

Kimse görmez iken ufak bir zihin parçasını çitlerle çevreleyip bu benim diyerek kendine otantik bir mesken edinmiş ve sonra da adına öz demiş bir benliğimizin olmadığını varsayalım. Ama bunu varsaydık diye hemen A-a! öz’ü zabıta mı kapattı öyleyse biz de bu çağın çocuklarıyız, strüktür ne emrettiyse onu yaparız diye kısa yollu çıkarımlar yapmaca yok. Bu yüzden uçlardan kaçınalım. Ne kasemiz küçük olsun ne içi boş kalsın. İç-dış ayrımı yapmayalım. Özne eşit değildir nesne demeyelim. Ne desek?
Bir gerçekliğe maruz kaldığının farkında olan, liderlerinin beyin olduğu tüm vücut organlarından oluşan bir ekip sayesinde bu gerçekliğin sebep olduğu stimülüslerden çıkarımlar yapan ve onu algılayan; algıladıkça geliştirdiği fakültelerle (herkeste farklı gelişmiş olan) kendince yorumlayarak, aynı prosedürü farklı sonuçlar vererek yaşayan her “kendi”ler (bu kadar benzerlik varken başkaları demek haksızlık olurdu) gibi gerçekliğe etki eden sosyal, değişken ve bağlamsal bir yapıdır bu bahsi geçen. Bu yapının ana tedarikçisi ne herşeyi üstten belirleyen impersonal bir yapı, ne de yapıyı kırmaya çalışan bir bendir.

Ben işte bu algı-ifade keşmekeşinde yapılan üretime yön veren bir kurumum.(daha önce muavin falan demişler çok kırıldım) Düzenleyici, sıralayıcı bir görevim vardır. Kimin yer alacağına kimin kapı dışında ıslak kedi gibi kalacağına, ben karar veririm. Aslında çok keyfi olmama rağmen objektif olarak betimlerim kendimi. Ha bir de, bir kere bana bu üretimin nesnelleşmesin konusunda yardımcı olma rolü verildi mi haddimi aşarım kedinin çamaşır yıkamasına şaşarım kendimce bir tahakküm uygularım. Aslında kötü biri olduğum için değil. Ama ben olmasam kim zorlar ki bu şahsı ekran karşısına oturtmaya. Sayemde artık sırf kendisi için üretmekten vazgeçecek, bir ben varım bir de ötekiler, “it’s beyond my control” demeyi kesecek ve maruz kaldığı aynı zamanda da etki ettiği bu bütünlükteki yerini sorgulayacak. Haa, algısını mı açar ifadesini mi geliştirir göreceğiz. Ama bir faydam olduğu kesin. Bilmem anlatabildim mi?

Ben kim miyim? Ben bu blogum.

[] Efendim? 6 vakte geliyorum.

İyi de, ne gerek vardı bu kadar karmaşık cümleye, sahte felsefi bir içeriğe ya da entelektüel kendini beğenmişliğe. Saçma! Nasıl tahakküm uygulayabilirim doğumgününde hiç yoktan benim varolmama karar veren bu garip şeye? En kötüsü kapatıp giderim buralardan demez mi. Beni yok edemez mi? Beni yaratmasının sebebini anlıyorum ama bu sebeplere neden ihtiyaç duydu bunu bilemiyorum. Bu tahakküm dediğimiz şey bıraktım sanal alemi gerçekte de hep yok mu zaten. Hani hep hissettiğimiz ama nedense yok etmemeyi yeğlediğimiz şu tahakkümler. Aynı ben gibi... En kötü başımızı alır gideriz, diyebilirsiniz. Gidebilir miyiz?
Bunları bırakalım da varolmayı sürdürmeye bakalım. Benim şu an ki konumuma bakılacak olursa pek bir sorun yok. Tek yapmam gereken Sümer sayı sistemine sempatisi olduğunu bildiğim için belirlenmiş zaman aralıklarıyla onun ürettiklerini buraya getirmek. Bu sırada da ünlü olacağım hatta kendi oyun alanımı yaratacağım. Bakarsınız bir gün hava-dan you’re my playground love diye şarkılar söyleyeceğim ruh eşimi dahi bulurum.

Olamaz, clock explode etti içimde zaman deli dali akıyor satırlar su gibi anlamsızca kendilerini tüketiyor. Daha ilk yazının eleştirisini yapacaktım. Otobüs ve pencerelerden Kant’ın öznesine inecektim. Akıl-beden ve kaptan-gemi ilişkisinden Descartes’a selam söyleyecektim. Histeri anında yaşanılan korku ile Heidegger’i, o korkuyla ölümü ilişkilendirerek Sartre’ı konu edecektim. Bir de düzenleme sıralama derken Foucault’ya uğrayacaktım. Ama sanırım fukoya diil sadece hayal kırıklığına uğradım. Baş ağrısı…
Bir de irrasyonel bir şekilde kendimi sorgulamaya başladım. Ama, sadece bir blogsun. Ne denirse onu yaparsın. Rasyonelsin, objektifsin. Madem öyle neden kaç gündür dalga geçtiğim ilk yazının sahibi gibi konuşmaya hatta benzetmeler kullanmaya başladım. Dahası kime seslendim geliyorum diye? Yoksa biri bana mı seslendi? Çok saçma nerden çıktı bu ciddi yazıda zabıta, air şarkısı neydi peki ya kedi? Peki ya sordun mu kediye? Sordun mu?
En son nasıl anlatsam bu içiçeliği diye sorduğumu hatırlıyorum. Oradan sonrası çok hızlı geçti. Sorunun cevabı içindeki hiç bana benzemeyen usluplara şaşırmayı bir kenara bıraktım asıl anlamadığım şey neden kendime soru sorduğum. Bir blog kendi kendine soru sormaz ki, ben sadece seçer, düzenler, sıralar, iletirim. Ben otoriteyim.


Yoksa? Yoksa ben de onlardan biri miyim?

Amacım içiçeliği anlatmaktı. Ama algım bana karşı çıktı. Karışmam, bu ifade beni aştı. Html’im karıştı, arabirimlerim oraya buraya kaçıştı. Yine aklım çoook karıştı. Ha? Kim? Ne Kenan'ı?

8.10.07

Onlar kim?

Bana doğum günü hediyesi olarak bu blogu hediye ettiler. İyi de, onlar kim?


Nasıl anlatsam ? Şu an, sizin de dar dar sıralanmış pencereleri sayesinde zor da olsa içini görebildiğiniz (kelimeler sağ olsun) son teknoloji ürünü, konfor abidesi, şu akıl vasıtasının içindeyiz. Firmamızın adı özhayat seyahat (hayat-sehayat-c'est hayat) olsun. Hakkında sadece istikametinin ölüm olduğunu bildiğimiz ve şarkılarda “ What a journey so hard to describe” diye tarif bile edemediğimiz bir yolculuğa hizmet ediyor. Dışardan acayip konforlu ve teknolojik duran, bu vasıtanın içi ise bayram zamanı belediye otobüsü tarzında sürekli birbirini dirsekleyerek arkalara itiştiren ve hep diğerlerinden daha da daha da daha daaa dominant olmaya çalışan sayısız yolcularla tıklım tıkış. Yolculardan kimileri, akıllı olduğunu zannedip “arkalara doğru ilerler misiniz beyler” diye güya soru formunda hafif tehditkar hafif küstah bir tavırla uyararak alanını genişletiyor. Kimileri çoktan yerini kapmış, sanki otobüsün frenlerinin patlayacağından korkarmış gibi şakayla karışık sadri alışık “kaptan! çıkarın beni bu kaptan, postmodernizm’de inecek var” diyerek keh keh gülüyor. Naapsın zavallı, aklınca korkusunu saklıyor. İşin en hazin yanı ise her binenin önde olmanın avantajıyla kendisini o an içinde en gözde gözlem objesi sanıp sonsuza kadar bu sıfata talip olması. Ama, bu geçici heves bizim de başımızdan geçtiği için bu durumu biliyor, hem gülüyor, hem acıyoruz ona. Zaten, nihayetinde bir durak sonra başkaları biniyor, o da yer kaygısına düşüyor. Bu yolcuları kısaca "ben" dışında kalan herşey olarak tanımlayabiliriz. Hani illa isimlerini saymak gerekiyorsa; içinde sadece onlar değil sizler, gerçekler, fantazmlar, duyular, duygular, fikirler, zikirler, kahkahalar, korkular, egolar, kompleksler, endişeler, umutlar, güzellikler, çirkinlikler ve bunlar gibi bissürrü şeyin bulunduğu bir grup... Hatta eminim, kimileriniz bu şeylerin sözlükten türevlerini bulup daha da iyi ifade edebileceği iddiasıyla karşıma dikilebilir. Ya da listede bu eksik diyebilir. İşte bu yüzden, bahsi geçen tüm bu şeyler, "onlar" olsun. Bu durumda, sanırım kaptan da ben oluyorum. Fekat itiraf ediyorum: ne bu vasıtayı, ne de yolcuları kontrol edemiyorum. Kabus gibi. Ama, yolculuk ne rüya ne kabus denecek kadar gerçek dışı; tam tersi, o kadar gerçek ki, hayat işte…

Şimdilik elimizde bir vasıta, bir yolculuk, yolcular ve kaptan mahallinde bu satırların yazarı olarak kendini tanıtan "ben" öznesi var. Ama mama, bir kis gecesi klavye başında serpilerek günlük yazmak garip gelmiyor mu "ben"a? Nasıl "ben" demeden beni anlatabilirim ki?

[ ]. PAT!


Onlar kim mi? Onlar ben(im).


Uff, baş ağrısı. Sanki ufak bir blackout... Birisi bir süreliğine yazma otoritemi obez gibi yedi sanki. Nerde kalmıştıM. Ne diyorduM? Neden M diyoruM? Şu üstte neden PAT yazdım, hiç anlamadım. Peki köşeli parantez ne alaka? Rasyonel değil ki anlamıyorum. Neyse... Hah, Neden diyordum. Neden blog hediye edildi doğum günümde? Şimdiki zamana bakıyorum. Ve sormak istiyorum. Hoop, birden vasıtanın içinden kakofonik bir gürültü yükseliyor. Onlar, her biri farklı bir cevap vermek üzere lafa başlıyor. Yüzümdeki şaşkınlığı fark etmiş olacaklar ki aniden susuyorlar. Sonra da içlerinden en sevdiğim bana yaklaşıp:

-“Bu vasıtada herkes ‘doğru benim’ der. Bazen bu durum ‘ben doğruyum’ a döner. Zaman zaman ise 'doğruyum'un yanına, çalışkanım, ilkem diye eklerler. Naapsınlar, alışkanlık işte… Aslında teker teker bakınca hepsi kendince haklı gibi duruyor. Sorun şu ki, -akustikten midir sebep bilinmez- ne zaman bir soru tohumu oluşacak olsa, her biri aynı anda ayrı bir ağızdan bir şeyler zırvaladıkları için birbirlerini duymuyor ve kendi dediğinin doğru olduğunu zannediyor. Hangisi haklı hangisi doğru diye bulmaya çalışırsan buraya hiçbir şey yazamazsın. Zaten şu zamana kadar da yazamadın. Üstelik, onların da iddiası haklılık değil. Sadece içgüdüsel bir şekilde bu karmaşa arasında yok olup gitmek istemiyorlar. O yüzden bağırıyorlar. Sen, bence, onları nesnelleştirip bir sıraya sokmayı başarırsan biraz huzur bulabilirsin.” O, sözünü henüz yeni bitirmişti ki, her biri en iyi muhalif beeen olurum dercesine sorular yağdırmaya başladı. Efendim, nasıl bir sıraya sokacakmışım…Hiyerarşi olacak,sorun çıkacakmış. Ya direksiyonun elimde olduğunu fark edip öznellik kaygısına düşer de nesnelleştirirken onları bi güzel yamultursam nolcakmış (c’mon dj! Distort my subjectivity! Cukka cukka). Efendime söyleyeyim kölem anlasın, ya onları kendime benzetirsem, beni kim bi güzel benzetirmiş. Ne güzel, bi güzel… Ama kafayı takmayayım. Ne de olsa kaptan benim, ben yazarım, özneyim, nesnelere hayat veririm.

Onlar kim mi? Onlar benim.


İşte bu yüzden, hem itiş kakışa dönüşen bu karmaşayı bir nebze düzenlemek hem seyahat sigortası tarzı her yolcunun varoluşunu garantilemek (elden geldiğince) hem de kaptanınız direksiyon başındayken, içecek ve yiyecek ikramımızı devam ettirmek için kolonya kokulu bir muavin tutmam gerektiğini düşünmüşler. Şimdi oldu, kabul ettim. Öyleyse siz hit vurun patlasın, ben çat yazayim fikirler oynasın. Blog yeni işine başlasın. Gerisini kendisine bırakmadan önce şu anonsu yapmam gerekiyor:

“Herkese merhaba, şu an kaptanınız konuşuyor. HCK-1984 no.lu uçağımız (tevazudan sebep otobüs diyoruz) 23 yıl önce havalandı. Yola çıktığımızdan beri her gün bir adım (foot) yükselerek, 8400 feet yüksekliğe ulaştık. (yirmi üç çarpı üç yüz altmış beş artı şubatın yirmi sekiz çektiği her yıl için bir çarpı beş eşittir sekiz bin dört yüz) (ayrıca 1984 ile 8400 benzerliği) Varacağımız nokta olan toprağın altı adım altında ortam nemli ve bereketli. Şu an hava açık görünüyor. Ama her an bulutlar etrafımızı kaplayabilir. Bu sebeple, lütfen yerlerinizden ayrılmayınız ve ikaz lambası sönene kadar kemerlerinizi çıkarmayınız. Kabin basıncı düşe-.” TIK! Beyefendi kokpite görevliler dışında girmek yasaktır. Şu an anonsu ortadan kestiğinizin farkında mısınız? Pardon? Ne demek kapasiteden fazla yolcu alınmış. Kim ilgileniyor bu konuyla? Nasıl yani? Şimdi mi fark ettiniz? Bu ses nereden geliyor. Olamaz! Uyarı lambaları… Herkes yerlerine geçsin. Hostes misin muavin misin blog musun, gel artık; ben herşeyi kontrol edemem. Yolcuları sakinleştirmek, düzeni tekrar sağlamak gerek. Çünkü düşüyoruz… Ne! mikrofon hala açık mıııı?