19.2.10

Ben maviyim

Saatlerdir pencereden dışarıya bakıyordum. Yine vakit mi kaybediyordum? Gerçi, yapacak daha iyi bir işim mi vardı? Hayır. Ne okumam gereken kitaplar esefle beni kınıyor, ne de beyazlıklarından utanan kağıtlar kalemimin özlemini çekiyordu. Uzun zamandan beri ilk defa, dışarıya bakmaktan başka yapacak bir işim yoktu. Şimdi rahatça gözlemleyebilirdim şunu bunu, gökyüzünde kaçırdığım onlarca mavinin tonunu. Fakat saatlerdir pencereden baktığım gökyüzü bana sadece soluk bir mavi bahşetmişti. O da hastane odasının duvar rengi ile aynı mavi değil mi? Soluk, silik, cansız, insansı ve zayıf bir mavi. Özgürlüğün temsili bu gökyüzünün, içinde bulunduğum şu hastane odasından ne farkı vardı.

Yemekler uzun süredir servis masasının üzerinde duruyordu. Pek yiyecek halim yoktu. Bir elma canlandırır diye düşünüp isteksizce elimi tepsiye uzattım. Yarı yolda gücü kalmadı kolumun. Hedefinden sapıp, tepsinin kenarına nişanlandı. Köşesi üzerinde iki tur döndü, döndü, düştü. Çocukken Trt-2'de hep anlamadan izlediğim buz patencileri gibi. Elma ile beraber... Beş dakika önce isteyip istemediğimden emin olmadığım elma yere düşünce nasıl da iştahımı kabarttı. Ulaşılamaz olunca seksapeli arttı. Elma mı sadece? O da elma gibi uzaklaşınca daha bir ilahlaşmamış mıydı? Odadan gelen sesleri duyan hemşire hemen koşmuş olacak ki, ben daha onun ilahlaşmadığına kendimi inandıramadan kapıyı çalarak içeri girdi. Vücudum için gereken besinleri çirkin metal tepside sunarak iştahımı körelttikleri gibi, ruhum için gereken içgörüleri de sürekli araya girerek bana çok görüyorlardı. Yine yalandan gülümsedi, nasıl olduğumu sordu. İstersem lazımlığı getirebileceğini söyleyip, cevabını beklemeden odadan çıktı. Keşke biraz kalsaydı. Sohbet edip, hayattan, havadan sudan bahsetseydik. Ben yine belagatımı konuşturup körpe gönlünü fethetseydim. Aklımdan geçenler ucuz bir film senaryosuna doğru ilerlerken, kapı tekrar çaldı. Önce çiçekler uzandı, sonra gülümsemesiyle oda aydınlandı. Sanki içine doğmuş gibi nasıl da bilirdi annem ne zaman içimin sıkıldığını...

-Bak Alina sana çiçek yollamış. Nereden duyduysa...
-Sağolsun.

Benim cevabı kısa kesmemden annem konuşmak istemediğimi anladı. Aslında konuşmak isterdim, hem de çok. Ama normal zamanda ağzını açmaktan uzak duran ben, şu hijyenik odada kendimi daha farklı, daha insansı, daha zayıf göstermek istemedim. Odadaki çiçeklerin yerlerini değiştirip, pencereyi açarak içeriyi havalandırdıktan sonra çantasından çıkardığı bardak altlıklarını cam sehpanın üzerine yerleştirdi. Titiz kadındı, bardak izini sevmezdi. Ama bir o kadar da içi dışı bir idi. O bardak altlıklarının benim için bu odada uzun süre kalacağımın habercisi olduğunu bilemezdi. Zaten kim bunu bildiğimi bilmek isterdi ki?

- Dönmüş mü Almanya'dan?
- Bilmiyorum, oğlum. Hem boşversene, inince kendisi arar.
- Arar tabi.

Aramaz. Arayamaz.Yine bir bahane uydurur ihmalkarlığını mantıklı bir düzleme oturtur. Dur, tahmin edeyim: beni bu halde görmesini istemeyeceğimi düşünerek gelmemeyi uygun görmüş. Ararsa, gelmesi gerekeceğinden hiç rahatsız etmemeyi tercih etmiş. Zaten kendisinin haberdar olduğunu biliyormuşum. Neden arayıp beni rahatsız etsinmiş. Bu ya da buna benzer bir şey derdi. Bahaneleri haklı gerekçelere dönüştürmeyi severdi. Bir de gündüzleri gecelere dönüştürmeyi. Gün ışığı azaldıkça aslında günün yeni başladığını anlıyordum. Ben gece insanıyım, onun gibi. Bana göre değil gündoğuşu ile yeni güne uyanmak, hayatın renklerine doymak. Gece kendinden güzeldi. Diğer çirkinlikleri örterdi. Sessizdi ve sadıktı. Bu nedenle kendisinden bahsedilmeye layıktı. Siz hiç gördünüz mü, gündüzden bahseden, gündüzü öven birini? Gece aslında gündüzün zıttı olmasına rağmen ondan daha farklı, daha insansı, sanki bizden biri değil mi?

İşte bunu seviyordum. Odada annem olmasına rağmen iç dünyama rahatlıkla ulaşabilmekten hoşnut oluyordum. Fakat bunu farkettiğim anda iç dünyamdan istemeden uzaklaşıyor, annemi yalnız bırakmanın vicdan hesabını yapıyordum. Hem onu hem kendimi oyalamak için televizyonu açtım. Haberlerde bir hareketlilik, bir telaş. Telefonlar birilerine bağlanıyorlardı. Bakalım yine ne olmuştu şu anlaşılmaz dünyada? Bakalım bu sefer beni şaşırtabilecek miydi?
Anlamaya çalışıyordum ama ne olduğunu çözemiyordum. Altyazıları okuyamıyordum. Gözlüklerime uzanamayacağım için anneme sordum. Bir uçak kazasıydı. Akdenize çakılmıştı. Arama çalışmaları başlamıştı. Telefondaki yetkilinin söylediğine göre kurtulan olması çok ufak bir ihtimaldi. Aniden aklıma o geldi. Boğazım düğümlendi. Ellerim titredi. Acaba bu düşen hangi uçaktı? Nereden geliyordu? Cevapları öğrenmeye çalışmadan senaryoya uydum. O ölürse ne yapacağımı düşünmeye koyuldum. Hayır, onsuz ne yaparım diye değil, o ölürse cenazeye bu halde nasıl giderim, annesinin yüzüne bakabilir miyim, bu başarısız birlikteliğin suçunu kazaya atabilir miyim... En kötüsü, herkes bana acır mı? Acıyacaklardı.

Annemin konuşması ile kendime geldim. Evet, uçak kazaları çok sıklaşmıştı. Evet, depremlerle uçak kazaları arasındaki ilişkiye dayanan teorimi hatırlıyordum. Hayır, Almanya'dan gelen uçaklar Akdeniz üzerinden uçmuyordu. O yüzden, bu düşen onun uçağı olamazdı. Yine de onun için üzülmek iyi gelmişti. Suçumu bağışlatır gibi. Dağınık saçlarımı düzeltip gökyüzüne baktım. Hava şimdi tam kararmıştı. Ben ise maviyim. Anlaşılan o ki , duvarlara o soluk rengi veren gün ışığı değildi, o bendim.

5 yorum:

goksin dedi ki...

geri dönmene sevindim kanks. hipotezinin kanıtlanması ya da çürütülmesi için deneysel deprem ve uçak kazalarına basvurulmadıgı sürece sorun yok sanırım. haliyle kaza ve afet istatistikleri her sene bir sekilde besleniyor nasılsa.

http://www.youtube.com/watch?v=Gc8sX5EQ_UY

piraye dedi ki...

gördüğüme sevindim..
hatta gerçek mi yazdıkların acaba diye düşündüm; yaşadıklarımızın ne kadarı gerçekse işte...

Merve dedi ki...

eğer sevgiliyse akdenizin sularına gömülmüş olduğundan endişelenilen, akdeniz ismini inkar edercesine masmavi olduğuna göre ve anlatıcı da maviyken, iki sevgili korkuda bile olsa buluştular bence.

gülşah aykaç dedi ki...

yazmaya ara neden acaba? ya da yayınlamaya.

Vehbi dedi ki...

YAZ.