31.10.08

Ben şekilim




Kendini en bağımsız hissettiğin anda bu durumu doğrulamak için yüzünü çevirdiğin ilk referans noktasının bir başka insan olması ve dolayısıyla o doğrulama anından itibaren bu bağımsız durumun kendini yok ediyor olması hmm nasıl diyelim: çok acı. Dahası, bunu farkettikten sonra insanın ilk aklına gelen soru şu oluyor: Varolduğunu zannettiğim bağımsızlık durumu gerçekten yaşanmış mıydı? Yaşandı ya da yaşanmadı canım boşver gitsin, zaten büyük tanımlamalara gerek yok, biz kimiz ki bağımsızlığın ne demek olduğunu anlayacağız. En kötü anlamaya çalışırız. Aynen anlamaya çalıştığımız gibi de bağımsız olduğumuzu hissetmeye çalışırız. Yani belki tam bağımsız olma durumu olmasa da bağımsız olma hissiyatı mevcuttur.

Fakat hala bazı noktalar belirsiz. Pek de gergin olmayan bir sapanın lastiklerinden fırlamış gibi nereye hedeflendiği belli olmadan düştüğüm bu dünyada kendi hayatımı yaşamaktan başka bir seçeneğim yok. Kuramsal olarak tamamen bağımsız olmalıyım. Pardon ama kendi hayatımı yaşayacağım derken? Kendi için yaşamak... onu da ne kadar kendi isteğim ve kontrolümle yaşayabiliyorsam. Demek ki hedefinin ne olduğu belli olamasa da o düşen parçanın yapabilecekleri belli.

Hani,sanki herkes kendi hayat romanını yazıyor ama kelimeler - cümleler çoktan belli. Daha da kötüsünü mü istersiniz? Romanı kendine değil başkalarına yazıyor olmak.

Ya o kadar da basit değil. Olmamalı. Kimse kestirip atamaz ne yapıyorsak başkaları için diye. Madem öyle, çocukluktan başlayarak kopardığımız bağlarla başkalarının gözünden/elinden/dilinden muaf bir alan yaratma çabamız niye? Ya da kendimizden sıkılarak kitlelerle coşmak ihtiyacımızın sebebi ne? Bana kalırsa hem o kadar basit değil hem de bu düşünce genel bir düşünüş sisteminin basit bi sonucu. (Üff bırak şu düşünüş sistemlerini ve biraz daha betimleyici ol.) Bağımsız bir yaşayış şekli olduğuna romantik bir bakışla “inanmakla”, bunun kesinlikle varolmadığını “düşünmek” arasında hiçbir fark yok. Her ikisi için de yaşama eylemini bir alana (öznel ya da toplumsal alan) hapsederek tanımlamaya çalışmaktan başka bir şey değil.
Öncelikle, romanı başkasına yazıyor olmak çok farklı şekilde algılanabilir. Başkaları okusun diye mi? Eğer bu anlamdaysa üzgünüm laf salatasından öte birşey değil. Ne benim dışımda kalan herkesin hayat romanımı okuması(hatta buna ulaşması ya da varlığından haberi olması) mümkün, ne de romanın tümünü okuyabilecek derecede benliğimizle içiçe geçmiş herhangi bir öteki özne mevcut. Yani başkaları dediğimiz boş bir referans noktasından öte birşey değil. Sadece insanın kendisine dürüst olamayacağını anladığını anlarda başvurduğu dışardan bir göz görevini görüyor olabilir. Yani bıraksan insan bağımsızdır ama kendi yarattığı otoritelerle bu “başıboşluğa” (burada kelime metaforik anlamda değil tam kelime anlamında kullanılmıştır) son verme amacındadır. Hatta dikkatinizi çekerim: “author” ile “authority” kelimeleri kelime kökleri açısından kardeş olmalarının dışında görevleri itibariyle de kuzenlerdir.

Bir başka algılama şekli ise romanı başkaları için yazıyor olmak olabilir. Yani yaptıklarımızın bilincinde olmamıza rağmen bunun öznel bir sebepsellikten gelmediğini düşünmek. Hayvan hayatını düşünebiliriz. Belirli edimlerle bezenmiş bir yaşama şeklimiz var, ve bu insan-insan, insan-doğa, vs.-vs. arasında süregelen ilişkiler sonucu belirleniyor. Bu doğrultuda yorumlayacak olursak zaten bağımsızlık denen kavramın varolamayacağını düşünmemiz gerekiyor. O yüzden bağımsız olmamak kesinlikle rahatsız etmemeli.

Ama tüm bunları göz önünde tutmak, yani başkalarına yazıyor olma fikrinin var olmadığını düşünmek bile ctrl+A’ya basıp tek bir tuşla tüm bu yazılanları yok etme isteğimi perçinlemeye yetiyor. Ama direniyorum, zira başkalarına yazmanın mutlaka başkalarına hitap etmek anlamına gelmediğini (gelip gelmediğini) öğrenme niyetindeyim. Hayır, yanlış anlaşılmasın, kesinlikle yazmayı üstün tutan ve bu edimde temelli bir neden arayan entellektüel bozmalardan değilim. (ha farklı bir şekilde entellektüelim anlamına da gelmesin de : ) Sadece bunca zaman yaşamakla yazmanın neden bu kadar benzetildiğini anlama niyetindeyim. Yani okullarda yazı yazmak (≠yazmak) değil de şekil çizmek (≠çizmek) öğretilseydi, birgün o şekiller harflere dönüp yazıya dönüşecek miydi? Her harf de sonuçta bir şekil değil mi? Nerden geldi onun şekil olmaktan öte şekillendirici görevi?

Ben şekilim. Çok şekiiiiil. Yazmayı çizmekle bir ederim.

Sonuç olarak ister başkalarına yazmak olsun ister kendine yazmak olsun, yaşamaksa mevzu bahis, ben otoriteyim diyen blogla buna direnen yazar arasında ne kadar fark olabilir ki?


11 yorum:

Adsız dedi ki...

1 kisi çiçek acti...sayende..

Adsız dedi ki...

La langue est fasciste. -R.Barthes.

dil kendi bildigini okur, kendi istedigini söyletir insana. tam bir fasisttir, guc bizde, tek ve mutlak otorite biziz saniriz ama aslinda tamamen dilin boyundurugu altindayizdir.

Adsız dedi ki...

...................................
(bendeo'yum)

Adsız dedi ki...

onlardan birileri tekrar ısınmaya başladı galiba... aman aman hevesi kaçmasın da.

Adsız dedi ki...

geçen hafta bir derste istanbul silüetini kaligrafi gibi çizen bir arkadaşın çizimine hayranlık ve hayret içinde baktık.çizmiyoruz yazıyoruz aslında. hatta kendimiz bile birer yazıyızdır belki. aa doğru ya onlar benim ne de olsa ..

Adsız dedi ki...

can can,

parmaklarının hakkını veren her bir çizimini severek okuduğumu tekrar bilesin ve bir sonraki yazını aksatmayasın oluğr muğ?

Onlardan biri,
Burju-

Adsız dedi ki...

ayrıca sana şekil mi şekiil bir önerim var: hadi blogunun duvarlarını boyayalım!!


(senin için artistik bir template arayışındayım, bilgin olsun.)


burju-

Onlardanbiri dedi ki...

[yorumlara cevap vermeyerek blogun yapısını korumak isteyen yazar/özne/kişi bu artistik teklif üzerine bir istisna yarattı]

tamam.bul beni.

do_ob dedi ki...

ciddiye alicaksan iki doz paul klee önerilir

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
Odette dedi ki...

Harflerin zaten şekil olduğu ön kabulünden öteye gitmek gerek belki. Toplumsal hayatımızı kolay kılsın diye annemizden öğrendiğimiz dili şekillere yansıtıp anlaşmamızı sağladılar ilkokulda. Bu nedenle bu şekiller okumayı öğrendiğimizden beri şekillendirir hayatımızı.

Yazmanın belki de öteki sanatsal ifade türlerinden farkı "dolaysız" oluşudur. Heykeltraş da, ressam da, müzisyen de eserini icra sürecinde "dil" aracılığıyla düşünür. Hepimiz öyle. Yazarlar ve şairler bu dilsel öğeleri yağlı boyayla, notalarla, alçıyla yoğurmadan dolaysız olarak yansıtıyorlar kağıda. (Eğer harf dediğimiz şekillerin konuştuğumuz dilin izdüşümü olduğu konusunda hemfikirsek.) Bir ressam ise bu dilsel öğeleri yağlıboyaya "çevirmek" zorunda.